Osmanlı Devletinde İnsan Hakları ve Hürriyetleri

Bunu Paylaş
                               PROF. DR. AHMED AKGÜNDÜZ
                     OSMANLI ARAŞTIRMALARI VAKFI BAŞKANI
I- KONUNUN TAKDİMİ
 İnsana saygı, insanın hak ve hürriyetlerine saygıyla ve hiç bir fark gözetmeksizin hukukun kâidelerini bütün insanlara eşit olarak tatbik etmekle mümkündür. Bu se­beple bu konuyu, Osmanlı Devleti ve muâsırı olan diğer devletlerde insanın hak ve hürriyetlerine karşı nasıl dav­ranıldığı ve hukuka gösterilen saygı açısından incele­meye gayret edeceğiz. Aslında insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygı, hukuka saygının bir ifadesi olsa da, bir bütün olarak hukuka saygıyı da kısaca tetkik edeceğiz.
 Önemle arz edelim ki, günümüzde bilinenin ve bize okullarda öğretilenin tersine, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygının tarihî gelişimi açısından, Batı ile Doğu ve daha doğrusu Osmanlı Devleti ile diğer çağdaşı olan devletlerin durumu, %100”e varan nisbette birbirinden farklıdır. Kamu hukuku kitaplarında anlatılan ve öğretilen, insanların hak ve hürriyetlerine ait gelişmeler ve hatta biraz sonra kısaca bahsedeceğimiz 1215 tarihli İngiliz Magna Carta”sı ile Fransız 1789 ta­rihli inkılâbının bu açıdan arzettiği önem, sadece Osmanlı Devleti dışındaki ve daha doğrusu İslâm ülke­leri dışındaki devletler açısından doğrudur. Zira, biraz sonra belgeleriyle ortaya koyacağımız gibi, Osmanlı Devleti”nde, çağdaşı olan gayr-i müslim devletlerde ve özellikle Batı”da çok zor şartlar altında elde edilen in­sana ait hak ve hürriyetler, uygulamadaki suiistimaller ve yanlış uygulamalar dışında, başından beri Osmanlı Devleti”nde mevcuttur. Zira Osmanlı Devleti müslü­mandır ve İslâm âleminde, Hz. Peygamber devrinde yani miladî VII. asırda hazırlanan Medine Anayasası diyebi­leceğimiz Sahife adlı metin, ilk hak ve hürriyetler beyân­nâmesi olarak vasıflandırabileceğimiz Veda‘ Hutbesi ve Kur‘an ile hadislerdeki insana ait hak ve hürriyetlerle alakalı beyânlar, günümüzdeki anlamıyla bir çok hak ve hürriyetleri tesbit ve tayin etmiştir.
 Konuyu takdim ederken şu hakikatı da belirtmeden geçemeyeceğiz: Osmanlı Devleti”nde insana Allah”ın mahluku muhterem ve aziz bir varlık olarak bakılır. Yunus”un “Yaradılanı severiz Yaradan”dan ötürü” şeklindeki espirisi, özellikle yükselme devirlerinde çok açık bir şekilde Osmanlı Devleti”ne hâkim olan espiridir. İsterseniz insana ve onun haklarına saygıyı muvakkaten bir tarafa bırakarak, hayvanlara bile ne derece seygı gös­terildiğini, bir belge ile sizlere takdim edip daha sonra insana ve hukuka saygı üzerinde duralım: Evvelâ hatırlatalım: Batı dünyasında hayvan hakları kavramı 19. asrın son çeyreğinde gündeme gelmişken ve Birleşmiş Milletler Hayvan Hakları Bildirisini 1948”de kabul etmişken, aynı esaslar ve hatta daha ilerideki bazı kâide­ler, Osmanlı Kanunnâmelerinde ilk dönemlerden beri yer almış bulunmaktadır. Misal olsun diye II. Bâyezid dev­rinde hazırlanan 1502 tarihli İstanbul Belediye Kanunnamesindeki şu hükmü beraber mütala‘a edelim:
 “Ve ayağı yaramaz bârgiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Her kangısında ek­sük bulunursa, sâhibine tamam etdüre. Etmeyeni ve es­lemeyeni gereği gibi hakkından gele.”
 “Fil-cümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah u Te‘âla yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip görüp gözetse gerektir, şer‘î hükmi vardır.”[1]. Hayvanların ve hatta karıncanın hukukuna bile tecâvüzü yasaklayan bir inanca sahip olan bir devletin, suiistimal­lerin dışında insanların hak ve hürriyetlerine saygı gös­termemesi mümkün değildir. Maalesef efkâr-ı âmmede tersi yayılmak istendiğine göre, belgelere dayanarak me­selenin izah edilmesi icabetmektedir.
 “Herşey zıddıyla bilinir” kâidesince, evvela Osmanlı Devletinin muâsırı olan bazı devletlerdeki durumu tetkik edelim:
II- OSMANLI DEVLETİNİN ÇAĞDAŞI OLAN BA‘ZI DEVLETLERDE İNSANA VE ONUN HAK VE HÜRRİYETLERİNE SAYGI
 Konuyu, Osmanlı Devleti”nin muâsırı olan bütün devletler açısından ele almak mümkün değildir. Ancak ba‘zı önemli gelişmeleri, ana başlıkları özetleme tarzında ele almak istiyoruz.
 1) Avrupa devletlerinde insana ve hukuka saygının yerleşebilmesi için 1848”deki sanayi inkılâbını ve hatta XX. asrı beklemek icabeder. Zira bazı önemli gelişmelere rağmen, insana ve hukuka saygı, bir türlü cemiyetin bütün bireylerine teşmîl edilememiştir. Genelde ele almak gerekirse, Avrupa”da tatbik edilen fe­odalite nizâmı gereği insanlar yarı köle statüsündedirler. Fief denilen toprak parçalarının sahipleri, aynı zamanda o toprak üzerinde yaşayan insanların da mâliki hükmün­dedir. Bu sebeple insanın hakkında değil, ancak kral veya senyörler tarafından ihsan edilen bazı imkânlardan bahsetmek icabetmektedir. Bu bakış açısını terkederse­niz, Avrupa”daki insan hak ve hürriyetleri ile alakalı gelişmeleri tam değerlendiremezsiniz[2]. Yani Avrupa”da insana ait hak ve hürriyetler, sanki kralın bir ihsanı ve bahşişidir. Osmanlı Devleti”nde hâkim olan inanca göre ise, paşa ile gedâ farkı gözetilmeksizin herkes Allah”ın mahluku olmak nokta-i nazarından eşittirler ve hak ve hürriyetleri yaratılışdan mevcuttur. Bu farklılığı bilmeyen­ler, maalesef Osmanlı Devleti”ndeki tımar nizamı ile Avrupa”daki feodal nizamı birbirine karıştırmaktadırlar. Bu genel izahdan sonra şimdi de bazı önemli gelişmeleri ve müşahhas misalleri görelim:
 A) Hürriyetin beşiği olarak takdim edilen İngiltere”de 1215 tarihli Magna Carta Libertatum denilen yazılı bel­geye kadar, insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygıdan, asil aileler dışında bahsetmek manasızdır. Bu belge de, insan hak ve hürriyetlerini tesbit için değil, sadece iktidar ile halk, soylular ile din adamları arasındaki dengeyi kurmak için ilan edilmiştir. Biz, Kral VIII. Henri zamanı yani XVI asra kadar kadının İncil”e bile el süremeyecek kadar murdar bir yaratık kabul edildiği anlayışının varlığını, 1805 tarihine kadar belli sınıf kadınların yarım şilin karşılığında satılabildiğini ve kadına mülkiyet hakkının tanınmadığını misâl olarak zik­redersek, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygının ne derece halka teşmil edilebildiği hakkında az da olsa bir fikir verebiliriz. Zikredilen misallere, XVI. yüzyılda kabul edilen “Haklar Bildirileri” ile sınırlı bir hak-hürriyet anlayışının İngiltere”de yayıldığını XVIII. asrın sonuna kadar vatandaşın siyasî haklarını kullana­madığını ve genel seçim sisteminin de XIX. yüzyılın yarısına doğru kabul edildiğini eklersek, insana ve hu­kuka saygının sınırları daha iyi anlaşılabilir[3].
 B) Batı”nın insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygı bakımından şampiyon ülke ilan edilen Fransa”da da durum, anlatıldığı gibi iç açıcı değildir. 1789 Büyük İhtilâli”nden evvel ülkede tam bir esâret ve derebeylik hâ­kimdir. Derebeyler, kendilerini, ellerinde zorla bulundur­dukları toprağın ve üzerinde yaşayan insanların mâliki sayarlar. İnsanlara saygı da, hukuk da, derebeylerin ira­desi ve arzusudur. 1789 İhtilâlini neticesinde ilan edilen İnsan Hakları Beyannâmesi de, bugünkü anlamda bir in­san hakları bildirisi demek değildir. Hiç olmayan bir şeyi kısmen kabullenme mahiyeti taşıdığından, sadece Batı”daki insana ve haklarına saygı açısından önemlidir. İnsana ait hakların ilk defa yaratılıştan var olduğuna, bu bildiri ile inanılmaya başlanmıştır. 1789 tarihli Fransız İnsan Hakları Bildirisi, insanı kölelikten, zilletten ve sefâ­letten kurtulduğunu ilan etmişse de, bu şefkatini bütün insanlara teşmil edememiştir. O tarihlerde hazırlanan Fransız Medeni Kanunu, “çocuğu, akıl hastasını ve kadını mahcûr” saymakta ve kadına kendi mal varlığı üze­rinde tasarruf hakkı tanımamaktadır. Kadının tasarruf hakkının, nihâyet 1908”de tanındığını belirtirsek, bu Beyannâmenin ve onu takip eden gelişmelerin, insana ve hukuka saygı açısından hudutlarını tahayyül edebili­riz[4].
 C) İnsana saygı, insanın hak ve hürriyetlerine saygıdır demiştik. Bu hak ve hürriyetlerin en önemlile­rinden biri de, din ve vicdan hürriyetidir. Bu hak ve hür­riyeti çok güzel yansıtması açısından, Macaristan”daki durumu da gözler önüne sermek ve Avrupa”da benzeri hallerin çok yaşandığını ve 300 sene süren mezhep kav­galarının Avrupa”yı alt-üst ettiğini belirtmek istiyoruz. Yaşanan bir misal şudur:
 Fâtih Sultan Mehmed, Rumeli’deki fetihlerini genişleterek Sırbistan sınırlarına geldiği zaman, iki ateş arasında kalan Sırplar, Macaristan ile Osmanlı Devleti”nden birisini tercih etmek mecburiyetinde kalmışlardır. O dönemde Sırplar Ortodoks, Macarlar ise Katolik idiler ve Romalılar ile Latinler arasında anlaşmazlık bulunduğu gibi, bunlar da birbirlerini hiç sevmezlerdi. Macaristan Kralı Jan Hunyad, Sırbistan”ı ele geçirmek istiyordu. Sırbistan Kralı George Brankoviç, kendisini Osmanlı Devleti”ne karşı isyan et­meye teşvik eden Macaristan Kralı nezdine bir heyet gönderir ve sorar: “Macarlar Türklere gâlip gelirse, Sırplıların mezhepleri olan Ortodoksluk hakkında ne gibi müsaadelerde bulunacaksınız?”. Jan Hunyad”ın cevabı, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygılarının derecesini yansıtması açısından çok ilgi çekicidir: “Sırbistan”ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim. Ortodoks kiliselerini yıkacağım.” Aynı soruyu sormak üzere bir heyeti de Fatih Sultan Mehmed”e gön­dermiş ve Fâtih”in verdiği cevap ise şöyle olmuştur: “Her caminin yanında bir kilise inşâ edilecek.” Bu cevabı alan Sırbistan Kralı, hristiyan olan Macaristan”a değil, müs­lüman olan Osmanlı Devleti”ne itaat etmiştir[5].
 Netice olarak Avrupa”da insana ve onun hak ve hür­riyetlerine olan saygıyı tam anlamıyla görebilmek için 1848 tarihli sanayi inkılabını ve hatta Birleşmiş Milletlerin ka­bul ettiği İnsan Hak ve Hürriyetleri Beyannâmesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini beklemek gerekmek­tedir. Zira evli bir kadına kendi el emeği üzerinde tasar­ruf hakkı, ancak 13 Temmuz 1907”de verildiği nazara alınırsa ve bu hakka konulan kayıtların ancak 1938”lerden sonra kaldırıldığı düşünülürse, mesele daha iyi anlaşılır kanaatindeyim.
 2) Amerika”da insana ve onun hak ve hürriyetlerine gösterilen saygının tarihi gelişimi, Avrupa”dakinden daha hızlı değildir. Ve hatta Amerika”da durum daha da vahimdir denilebilir. XVIII. yüzyılda yayınlanan Virginia Haklar Bildirisi ve benzeri beyannâmelerin kabulünden önce, bütün Amerikan halkı, beyazıyla ve siyahıyla, Avrupalı İngilizlerin ve onların işbirlikçisi diğer Avrupalı sömürgeci devletlerin kulu ve kölesi durumundadırlar. Bu tarihlerden 1970”lere kadarki gelişmelerin siyahları içine almadığını belirtirsek ve mezkûr tarihe kadar zenci­lerin adamdan dahi sayılmadığını ifade edersek, insana ve onun hak ve hürriyetlerine karşı Amerika”daki du­rumu, Kuzeyi ile ve Güneyi ile daha iyi özetlemiş olu­ruz[6].
 3) Asya ve Afrika”da bulunan ve müslüman olmayan Osmanlı Devleti”nin muasırı devletlerde insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygı, Avrupa ve Amerika”dan daha kötü bir vaziyettedir. Asırlarca İslâmın ve müslü­manların tesirleriyle dahi değiştirilemiyen, Eski Hind Hukukuna göre, kadın hiç bir hak sahibi değildir. Budizmin mukaddes kitabı sayılan Veda”larda kadın kasırgadan, ölümden, zehirden ve yılandan daha kötü bir yaratık olarak tasvir edilmektedir. Kadına bakış açısı böyle olduğu gibi, erkekler de kendi aralarında belli sınıflara ayrılmışlardı ve bu sınıfların en büyüğünü köle­ler sınıfı teşkil ediyordu[7]. Verilen bu misallerden in­sana saygının, toplumun bütün fertlerine teşmil edile­mediğini hemen anlamak mümkündür. Ancak müslüman olan Asya ve Afrika ülkelerinde, bazı mahallî âdet ve an­layışlar tam olarak yıkılamamışsa da, yine de İslâmın tesi­riyle diğerleriyle mukayese edilemeyecek kadar müsbet gelişmeler olmuştur. Afrika kıt‘asının ise, müslüman ül­keleri istisna edersek, bir köleler vatanı olduğunu ve XIX. yüzyılda köleliğin ve köle ticaretinin yasaklan­masına kadar, bu bölgelerde insana ve hukuka saygının asla yerleşemediğini esefle müşahede ediyoruz.
 Osmanlı Devleti”nin muâsırı olan bütün devletlerdeki durumu özetlemek dahi bu makalemizin sınırlarını aşacağından, verilen misallerle iktifâ ederek, şimdi Osmanlı Devleti”ndeki durumu özetlemeye çalışalım.
III- OSMANLI DEVLETİNDE İNSANA VE ONUN
HAK VE HÜRRİYETLERİNE GÖSTERİLEN SAYGI
 Önemle ifade edelim ki, bize öğretilenlerin ve başta müslüman ecdadımıza barbar diyen batılı ve peşin fikirli bir kısım araştırmacı ve tarihçilerin anlattıklarının tersine, Osmanlı Devleti”nde, uygulamadaki bazı yanlışlıkları ve suiistimalleri bir tarafa bırakırsak, insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygının, diğer çağdaşı olan devletlerle mukayese edilemeyecek derecede mükemmel olduğunu isbat eden deliller, tahmin edilenin çok üstündedir. Osmanlı Devleti toprakları üzerindeki gayr-i müslimlere ait ma‘bedler, mektepler ve mülkler, binlerce sayfayı bu­lan eski mahkeme kararları yani şer‘iye sicilleri ve sayıları 120 milyonu bulan Osmanlı Arşivindeki belgeler, bu ha­kikatın canlı şahididirler. Bazı iddiaların tersine, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, 1856 tarihli Islahat Fermanı ve 1876 tarihli Kanun-ı Esasî, insana ait hak ve hürriyetleri ilk defa kabul etmemiş, belki eskiden beri var olan bu hak ve hürriyetleri sadece yazılı hale getirmiştir. Bu hu­sus, çok önemlidir[8]. Ayrıntıya girmeden şimdi meseleyi beraberce mütala‘a edelim:
1- Osmanlı Devleti”nde İnsanı İnsan Yapan Şahsî Hak ve Hürriyetlerin Korunması Ve Güvenlik İlkesi
İnsana saygı, onun hukukuna saygı ile mümkün olduğunu daha önce belirtmiştik. Onun hukukunun başında ise, insanın şahsî hak ve hürriyetleri gelmekte­dir. Modern hukuk devletlerinin anayasalarında temel hak ve hürriyetlerin başında gelen bu hak ve hürriyetlerine Osmanlı Devleti”nde nasıl bakıldığının izahı, diğer temel hak ve hürriyetler hakkında da bize fikir verecektir.
İnsanın maddî, manevî ve iktisadî varlığı üzerinde sahip olduğu haklara ve hürriyetlere “şahsî hak ve hürri­yetler” diyoruz. İnsana ait bu hak ve hürriyetler, kişinin güvenliği ilkesi ile birlikte yürürler ve birbirini tamamlar­lar. Batı”da şahsî hak ve hürriyetlerin gündeme gelmesi için, kişiyi haksız olarak tutuklamaya karşı koruma amacını güden XVIII. yüzyıla ait bildirileri beklemek ge­rekir. İnsan hayatının, sağlığının, vücudunun korun­ması; namus ve şerefinin muhafazası; özel hayatın gizli­liklerinin gözetilmesi ve benzeri şahsî haklar, Batı hukuk sistemlerinde, ancak XIX. yüzyılda gündeme gelmeye başlamıştır. İlk defa konuyla ilgili hüküm ihtiva eden İsviçre Medeni Kanunu dahi, 1912 tarihlidir[9]. Osmanlı Devleti”nde ise, Kur‘an”ın “Bir ma‘sumun hayatı ve kanı, bütün insanlık için dahi feda edilemez”[10] düsturu ve Hz. Peygamber”in İslâmın ilk haklar ve hürriyetler bildirisi demek olan Veda‘ Hutbesi”nde ifade ettiği “Ey İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes birgün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ve üzerinde bulunduğunuz şu belde nasıl mukaddes bir belde ise, canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle mukaddesdir, dokunulmazdır ve her türlü tecavüzden korunmuştur”[11] şeklindeki emirleri esas alınarak, insana ait hak ve hürriyetler tanzim olunmuştur. Bu hak ve hürriyetlerin nasıl tanzim edildiğini Kanunnâmelerin maddeleri ve fıkıh kitap­larındaki şer‘î hükümler arasında görmek mümkün olduğu gibi, eski mahkeme kararları demek olan şer‘iye sicillerinde de çokça görmek mümkündür. Burada uygu­lamaya ışık tutması açısından 1539 tarihli iki belgeden yani iki mahkeme kararından bahsetmek istiyoruz. Bu iki belge, iki önemli gerçeği gözlerimiz önüne sermektedir: Birincisi, bu tarihlerde Anadolu”nun ücrâ bir köşesi sayılan Anteb”de böbrek ameliyatının yapılabiliyor ol­masıdır. İkincisi ise, günümüz hukuk sistemlerinde bile, tıbbî müdaheleler ve ameliyat için, hastanın yazılı bir ba­sit muvâfakatnâmesi yeterli görülürken, o tarihlerde yani 1539”larda dahi böyle bir muvâfakatın mahkemece karar altına alınması şartının aranması ve bu durumun o dö­nemde bile insana ve insanın sahip olduğu şahsî hak­lara verilen önemi ve gösterilen saygıyı ısrarla vurgula­masıdır. Bu kararlardan birinde, Hacı Mehmed oğlu Satılmış”a, velâyeten muvâfakat vermekte ve doktor Nazar oğlu Budak da belli şartlarla ameliyatı kabul ettikten sonra, mahkeme bunu tasdik edip zabıt altına almak­tadır. İnsanın ve şahsî haklarının ne derece önemli şeyler olarak kabul edildiğini ve her medenî mesele gibi, şahsî haklar ve insana saygı hususunda da Batı”yı fersah fersah geride bıraktığımızı, bu ve benzeri çok sayıdaki belgeler açıkça göstermektedir. Bu tür belgeler, “Kişi, bilmediğinin düşmanıdır” kâidesince, geçmişimize ve ec­dadımıza olan düşmanlıkların cehâletten kaynak­landığını, gözler önüne sermektedir[12]. Ehemmiyetine binâen bu belgeleri aynen alıyoruz[13].
 Güvenlik ilkesi üzerinde de kısaca durmak istiyoruz. Mecelle”nin kabul ettiği bir esasa göre, “Berâat-i zimmet asıldır”[14], yani bir insanın suçluluğu isbat edilmedikçe, suçsuz kabul edilmesi genel bir hukuk prensibidir. Osmanlı Devleti”nin kuruluşundan beri var olan ve Batılı Devletlerin ancak XVII. asırda kavramaya çalıştığı bu esası, Hz. Ömer şöyle açıklamaktadır: “İslâm”da hiç kimse haksız olarak tevkif edilemez. Bir mahkeme kararı olmadan kimsenin hürriyeti kısıtlanamaz”[15].Kur‘an”ın “Hiç bir suçlu, bir başka suçlunun cezasını çekemez”[16] düsturunu benimseyen Osmanlı Devleti”nde, insanlar işledikleri suçlardan şahsî olarak sorumludurlar. Osmanlı Kanunnâmeleri, kadı ma‘rifetinsüz yani mahke­menin kararı olmadan hiç bir cezanın infaz edileme­yeceğini ve kimseden bir habbe ve bir akçe alınamayacağı, yüzlerce yerde, başından beri sağlam esaslara bağlamışlardır. İsterseniz bazı kanun hükümle­rini aynen nakledelim:
 “Ve dahi hapis yerlerinde kefil bulunur iken hapset­meyeler, yazıp Dergâh-ı Alîye arzedeler. Meğer ki, şenâ‘at-i azîme ola. Ve dahi firar ihtimali olub kefil bu­lunmayıcak hapsedeler.”[17].
 “Mücrim olan kimesne teftiş olunmadın veyahud üzerine zâhir olan şenâyi‘ şer‘le ve örfle yerine varmadın sancakbeği ve subaşısı ve adamları nesne alub salıvermek memnû‘dur. Kendüler mahall-i töhmet ve adamları mücrim ve müstahakk-ı ikâb olur.
 ….amma mücrim ve müttehem olan kimesne müte­merrid ve mu‘annid olub da‘vet ile mahkemeye gelmek­den imtinâ‘ eyleye, berây-ı ta‘zir cebr ile bilâ-ta‘zîb mah­kemeye getürmek memnû‘ değildir.”[18].
 Zikredilen kanun hükümlerinin, asrımızın dahi yüz karası olan işkenceyi de şiddetle yasakladığını açıkça görüyoruz. Buna şu hadiseyi de ilâve ederek bu mevzuyu tamamlayalım: Rumelideki Hristiyan nüfusun çokluğunu gören ve bundan ürken Yavuz Sultan Selim”in bunları cebren müslüman etme tasavvuruna karşı, Şeyhülİslâm Zenbilli Ali Efendi”nün “Madem ki, onlar ra‘iyyetliği ka­bul etmişler. Dinimiz gereği, onların can, mal ve ırzlarını kendi can, mal ve ırzlarımız gibi korumakla mükellefiz. Bu yolda onlara cebretmek, dinimize muhâlifdir” diyerek, hem gayr-ı müslimlerin dahi şahsî hak ve hürriyetlerine gösterdiğimiz hürmeti ve hem de meşru‘ sınırlar içinde kalmak şartıyla din ve vicdan hürriyetine gösterdiğimiz saygıyı çok açık bir şekilde ifade etmektedir[19].
2- İnsana Ve Onun Hukukuna Gösterilen Saygıda Müslüman-Gayr-i Müslim Ayırımı Yapılmamıştır
 Müslüman ecdadımız, her meselede olduğu gibi, Osmanlı Devleti”ne ait topraklarda yaşayan gayr-ı müslim­ler hususunda da, “şer‘-i şerif” dedikleri hukukun çizdiği sınırlar çerçevesinde hareket etmişlerdir. Osmanlı Devleti”nde “şer‘-i şerif” denilen İslâm hukukuna göre, müslümanlarla sulh yapan ve müslüman bir devletin hâ­kimiyetini kabul eden gayr-ı müslimlere “zimmî” adı veril­mektedir. Renk, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin hepsine aynı şekilde ve “şer‘-i şerif” ne diyorsa öyle muamele yapılır.
 Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan zimmîlerin, müslümanlardan farklı oldukları yönleri elbetteki vardır. Ancak bu farklılık, din ayrılığından doğan bir farklılıktır. İnsan olarak aynı saygıyı görmüşlerdir. Meselâ, müslü­manlar, İslâmda bir ibadet çeşidi olan zekâtla mükellef oldukları halde, gayr-i müslimler mükellef değillerdir. Onlar, güç ve kazançlarına göre mikdarı değişen, se­nede bir defa adam başına “cizye” denilen bir vergi verir­ler. Fakirler, işsizler, din adamları, yaşlılar ve hastalar bu vergiden muaftırlar. Gayr-ı müslimler, cihâd yani askerlik yapmak mecburiyetinde değillerdir. Aile hukuku, miras hukuku ve dinlerinin gereği olan diğer hukukî mevzu­larda, kendi inandıkları hukukî hükümlere tâbi‘dirler. Bütün bu ve benzeri şer‘î hükümlerin yanında, gayr-ı müslimlerin can, mal ve namusları, müslümanlarınki gibi dokunulmazdır. Muhtaç gayr-ı müslimler, sosyal haklar­dan aynen yararlanırlar. Bazı istisnaların dışında, devlet hizmetini ifa ederler; mezarları ve ölüleri hürmet görür. Bütün hukukî davalarda, gayr-ı müslim ile müslüman arasında fark yoktur. Bu dediklerimize, İstanbul”daki kili­seler, havralar, mezarlar; arşivlerdeki belgeler ve Yorgi”ye karşı Ahmed”i, Dimitri”ye karşı Osman”ı mahkûm eden binlerce mahkeme kararları, en büyük delillerdir[20].
 Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul”u kılıçla fethettiği halde, sırf sulh yolunun burada yaşayan gayr-ı müslim­lere daha yararlı olmasından dolayı, araya giren bazı pa­paz ve hahamların arzu ve ısrarlarıyla, İstanbul”u sanki sulh yoluyla fethetmiş gibi kolaylıklar göstermiştir. Osmanlı hukukunun mimarlarından olan Ebüssuud Efendi, İstanbul”daki kilise ve havraların devamını, bu ince anlayış ve insana saygılı muameleye açılmaktadır[21]. İsterseniz Galata zimmîlerine verilen Ahidnâme”den bazı hükümler iktibas edelim ve bu belgeyi ibret-i âlem için aynen alalım:
 “Ben Ulu Padişah ve Ulu Şehinşah Sultan Muhammed Hân bin Sultan Murat Hânım. Yemin ede­rim ki, yeri göğü yaradan Perverdigâr hakkı içün ve Hazret-i Resûlün -Aleyhis-Salâtü Ves-Selâm- pâk, mü­nevver, mutahhar ruhu içün ve yedi Mushaf hakkı içün ve 124 bin peygamberler hakkı içün, dedem ruhu içün ve babam ruhu içün, benim başım içün ve oğlanlarım başı içün, kılıç hakkı içün……
 Kabul eyledim ki, kendülerin âyinleri ve erkânları ne vechile câri ola-geldiyse, yine ol üslûb üzere âdetlerin ve erkânların yerine getüreler.
 Buyurdum ki, kendülerin malları ve rızıkları ve mülk­leri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bil-cümle metâ‘ları ve avretleri ve oğlancıkları ve kulları ve câriyeleri kendülerin ellerinde mukarrer ola, müte‘ârız olmayam ve üşendirmeyem.
 Anlar dahi rençberlik edeler. Gayrı memleketlerim gibi, deryadan ve karadan sefer edeler, kimesne mani‘ olmaya, mu‘âf ve müsellem olalar.
 Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar âyinlerince. Ammâ çan ve nâkus çalmayalar. Ve kiliselerin alub mes­cid etmeyem. Bunlar dahi yeni kilise yapmayalar.
Şöyle bileler, alâmet-i şerife i‘timâd kılalar.”[22].
İnsana ait bütün hak ve hürriyetlere, Osmanlı Devletin”de nasıl saygı ve itina gösterildiğini izah için, müstakil bir kitap kaleme almak icabeder. Bu sebeple zikredilen kadarıyla yetinip, hukuka ve Osmanlı Devleti”nin hukuk sisteminin temelini teşkil eden “şer‘-i şerif” ve “kanun-ı münife ne derece saygı duyulduğunu göstermek için ayrı bir başlık açacağız ve Osmanlı Devleti”nin, çağdaşı olan devletlerle mukayese edileme­yecek üstünlükte bir hukuk devleti olduğunu, ancak bu esaslardan taviz verilince her düzeninin bozulduğunu göstermeye çalışacağız.
IV- OSMANLI DEVLETİNDE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ VE HUKUKA SAYGI
 Özellikle yükselme devrinde, Osmanlı Padişahlarının hukuka karşı duydukları saygıları ve adaleti icradaki titiz­likleri, inkâr edilemez tarihî bir hakikattır. Bir devlet, kuv­vet kanunda olduğu müddetçe ayakta durur; aksi tak­dirde yani kanunun kuvvette olması durumunda, devlet, kudret ve kuvvetini kaybeder. Günümüzde “hukuk dev­leti” diye dillerde dolaşan bu mananın, tarihin altın say­faları içinde müslüman atalarımızda tezâhür ettiği bir gerçektir. Elbetteki bu hal, hukuk ve ilim adamlarının şahsiyetiyle de doğru orantılı olan bir meseledir. Konuyu daha iyi takdim edebilmek için yaşanmış olay­lardan birini burada zikretmek istiyoruz:
 Zaman, Kanunî Sultan Süleyman”ın zamanıdır. İlmin izzeti ve hakkın hatırının hiçbir hatıra feda edilmemesiyle alakalı bir hâdise yaşanmaktadır. Hâdisenin kahraman­ları, zamanın Osmanlı Şeyhülİslâmı Ebüssuud ile Osmanlı padişahı Kanunî Sultan Süleyman”dır. Hâdiseye sebep olanlar ise, Ayasofya Vakıflarına bağlı dükkanların kiracılarıdırlar. İslâm hukukunda, vakıf malların kira be­delleri, her sene yeniden ayarlanır ve düşük olan kira bedelleri râyiç kira bedeli yani ecr-i misil seviyesine yük­seltilir. Mesela, vakfa ait bir dükkânı 10.000 akçeye kira­layan A, bir sene sonra, eğer dükkânın râyiç kira bedeli (ki buna ecr-i misil denir) 11.000 akçeye yükselirse, ya bu kirayı vermeyi kabul edecektir ya da bu bedeli verene dükkân yeniden kiralanacaktır. İşte Ayasofya Vakıflarına ait dükkânların kira bedelleri, kısmen de olsa yük­selmiştir. Kiracılar ise, mütevelliler yoluyla Padişah”a mü­racaat ederek, “vakıf dükkânların mevcut gelirinin gider­lere fazlasıyla yettiğini, yani vakfın zengin olması hase­biyle kira bedelini arttırmaya ihtiyaç bulunmadığını ve de kendileri de müslüman oldukları ve muhtaç oldukları için, vakfın malını az da olsa kendilerinin yemesinin za­rarı olmayacağını” arzederler. Padişah da, hem vakıf mallarının gelirinin fazlalığından dolayı ve hem de ki­racıların sızlanmalarını nazara alarak, vakıf malların kira bedellerinin bu senelik arttırılmaması için ferman vermiştir. Fermanı, uygulamacı kadılara tamim edilmek üzere kiracılar ve mütevelliler, Şeyhülİslâm Ebüssuud”a getirince, Ebüssuud, fermanı okumuş ve hukuka aykırı olan bu fermanı şiddetle reddederek şu tarihî cevabı vermiştir:
 “Padişah fermanıyla kira bedellerinin olduğu gibi bırakılması olmaz. Zira Parişahın emriyle nâ-meşrû‘ olan şey meşrû‘ olmaz; haram olan nesne helâl olmak yokdur. Bu hususlarda emr-i şer‘-i şerif budur. Bir türlü dahi değildir. Şer‘i hükümlere vâkıf iken onları ketmetmek, Kur‘an”daki bir âyetin tehdidine maruz kalmaktır.”[23].
V- SONUÇ
 Özellikle Osmanlı Devleti”nde, insana ve hukuka saygının, bize anlatılan ve peşin fikirli bir kısım ilim adamlarının kitaplarında yazılan gibi olmadığını, zikredilen misâllerden anlıyoruz. Ancak bütün bu anlatılanlardan kasdımız, Osmanlı Devleti”nin 600 senelik ömrü boyunca aynı seviyede insana ve onun hak ve hür­riyetlerine saygı gösterdiğini iddia etmek değildir.Zaten yükselme dönemindeki hukuka ve insana saygı aynen devam etseydi, Osmanlı Devleti bugüne kadar devam ederdi ve yıkılmazdı. Ancak biz, mevcut suiistimalleri ve uygulama hatalarını kabul etmekle beraber, zikrettiğimiz belge ve olaylarla, yapılan bir yanlışı düzeltmek istiyoruz. O da, sanki Osmanlı Devleti”nde insana ait hak ve hürriyetlerin, 1839 tarihli Tanzimat, 1856 tarihli Islâhât ve 1876 tarihli Kanun-ı Esasî ile, o da eksik olarak kabul edildiği şeklindeki iddialardır. Halbuki yapılan izahlar göstermiştir ki, bu fermanlar ve Kanun-ı Esasî, eskiden beri var olan hak ve hürriyetleri, sadece yazılı hale getirmiş ve uygulamadaki hatalara ve suiistimallere dikkat çekerek eskiden olduğu tarzda hak ve hukuka ri‘âyet edilmesini ısrarla tekrar etmişlerdir. Bu anlattıklarımızı teyid etmek açısından, Hollandalı bir gayr-ı müslim hu­kukçunun, 1895 yılında, “şer‘-i şerif” ve “kanun-ı münif” diye özetlenebilecek Osmanlı Hukuku hakkında, II Abdülhamid”e sunduğu bir rapordan bazı cümleler nakletmek istiyoruz:
 “Şer‘-i şerifde ve dolayısıyla Osmanlı Hukukunda, bir çok hukukî hükümler vardır ki, bazıları pek yakın bir zamanda Avrupa”ya girebilmiş ve daha bir çok insânî hü­kümler vardır ki, asrımızdan sonra girecektir. Bu iddiamıza delil olmak üzere, insana ve hukuka saygının ifadesi olan şu hükümleri sayabiliriz: Ehlî hayvanların himaye ve korunması; mahkemelerde davaların meccânen görülmesi; evli bir kadının kocasına müracaat etmeksizin tasarrufunda bulunan mal varlığını istediği gibi idare et­mesi; müslümanların ve gayr-ı müslümlerin kanun önünde eşitliği; sorgulamalarda sanıklardan ikrar ve itiraf gibi beyanlar almak için işkence icrasının kesinlikle yasak oluşu ve benzeri hükümler….”[24].
 O halde 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, hukukî hü­kümlerin icra edilmemesinden dolayı devletin felâketlere sürüklendiğini, mevcut şer‘î hükümlerin icrası ve huku­kun hâkim kılınması gayesiyle yeni hukukî düzenlemeler yapılması gerektiğini ve özellikle can, mal ve namus gü­venliği için askerî, cezaî ve malî düzenlemelerin yapılması icabettiğini vurgulamaktadır ki, zaten bunlar, eski Osmanlı Hukukunda yani şer‘-i şerif ve kanun-ı münifde de vardır. Eksik olan uygulamadır. 1856 tarihli Islâhât Fermanı olarak vasıflandırılmış ve sadece gayr-ı müslimlere bazı imtiyazlar verilmesi için Batılı devletlerin siyasî baskıları sonucu ilan edilmiştir. Zira muhtevasında iste­nen haklar, zaten şer‘-i şerif ve kanun-ı münif denilen Osmanlı Hukukunda da vardır. Arzu edilen, gayr-ı müs­limlerin Osmanlı Devleti”nde hâkim sınıf haline gelmele­ridir ve maalesef zamanla gelmişler ve Osmanlı Devleti”ni yıkmışlardır.1876 tarihli Kanun-ı Esâsî”nin ise, eskiden beri var olan insana ait hak ve hürriyetleri, Batılı devlet­lerin istediği üslupla yazılı hale getirilmesinden ibaret olduğunu esefle müşahede ediyoruz.
 Netice olarak, insana ve hukuka saygı konusunda, Osmanlı Devleti”nin arşivleri açılsa, Türk Milletinin yü­zünü kızartacak tek bir belgeye rastlanılamayacaktır. Çağdışı olan gayr-ı müslim devletlerde ise, yüzlerini ağartacak belgelerin sayısı, maalesef bir elin parmak­larından daha azdır. Belgeler ve tarihî olaylar böyle konuşmaktadır.
 Siteye Eklenme Tarihi: 26.09.2002
 ——————————————————————————–
[1] İstanbul İhtisâb Kanunnâmesi, Topkapı Sarayı, R. 1935, Vrk. 96/b-106/b, md. 58,73; Akgündüz Ahmed, Osmanlı Kanunnameleri Ve Hukukî Tahlilleri, II. Kitap, II: Bâyezid Devri Kanunnâmeleri, İstanbul 1990, sh. 296-297.
 [2] Meselenin bütün yönleriyle izahı için bkz: Barkan, Ömer Lütfü, Türkiye”de Toprak Meselesi, Toplu Eserler 1, İstanbul 1980, sh. 876 vd.
 [3] Akın, İlhan F., Kamu Hukuku, İstanbul 1987, sh. 280-287; Sıba‘î Mustafa, El-Mer‘e (Tercüme: İhsan Toksarı), İstanbul 1969, sh.21
 [4] Akın, Kamu Hukuku, 292 vd.; Sıbâ‘î, 20; Gürkan, Ahmet, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, sh. 136.
 [5] De La Jonquiere, Histoire de I”Empire Ottoman, sh. 164; Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-i Belediye, c.I, sh. 217.
 [6] Akın, Kamu Hukuku, 287-292.
 [7] Dikmen, Mehmed, İslamda Kadın Hakları, İstanbul 1983, sh. 13 vd.; Sıbâ‘î, 18.
 [8] Cin, Halil / Akgündüz, Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 1990. c.I, sh. 186-187.
 [9] İmre, Zahit, Medeni Hukuka Giriş, İstanbul 1976, sh. 89 vd.; Akın, Kamu Hakuku, 321 vd.
 [10] Kur‘an, Mâide, Ayet, 32.
 [11] Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 334, 412; X, 389, 395; Armağan, Servet, İslam Hukukunda Temel Hak Ve Hürriyetler, Ankara 1987, sh. 82 vd.
 [12] Gaziantep Şer‘iye Sicilleri, Defter No 2, sh. 282, 300; Üsküdar Şer‘iye Sicilleri, Defter No: 136, sh. 6; Akgündüz, Ahmed/Hey‘et, Şer‘iye Sicilleri, İstanbul 1988, C.I, sh. 224-225.
 [13] Bkz. Belge No: 1 ve 2.
 [14] Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, md. 8.
 [15] Armağan, 89 vd.
 [16] Kur‘an, Fâtır, Ayet, 18.
 [17] IV. Murad Kanunnâmesi, Süleymaniye Kütüp. Esat Efendi, No: 2362, Vrk. 35/b.
 [18] Hüdâvendigâr Livası Kanunnâmesi, md. 33-34 (Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri, II/184, Bâyezid II-18, md. 33-34).
 [19] Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-ı Belediye, c.I, sh. 217-218.
 [20] Konu ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Zeydan, Abdülkerim, Ahkâm”üz-Zimmiyyîn Ve”l-Müste‘menîn, sh. 3 vd.; Molla Hüsrev, Dürer ve Gurer, I, sh. 298 vd.; Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, III, İzmir 1991, sh. 110 vd.
 [21] Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, II, İzmir 1990, sh.10-13.
 [22] Paris Bib. Nat. ms. Fonds turc anc. n. 130, Vrk. 78; Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri, I, sh. 476-479; Bkz. Belge No: 3
 [23] Süleymaniye Kütüphanesi, Reşid Efendi, No: 1036, Vrk. 48/a-49/a; Akgündüz, Belgeler, III, sh. 180-183.
 [24] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, YEE, 14-1540, sh. 18 vd.
Bunu Paylaş

Comments are closed.