Osmanlı Devleti’nde Ekmekçiler Fırında Yakıldı mı?

Bunu Paylaş
                                Prof. Dr. Ahmet Akgündüz
Dünyanın ilk Esnaf Kanunu, ilk Belediye Kanunu ve ilk Standartlar Kanunu da bizim müslüman ecdadımız tarafından hazırlanmış ve bugünün hukuk devletiyim diye övünen çoğu devletlerinden de çok ileri seviyede bu kanunları tatbik etmişlerdir. 250 maddeyi aşan Bursa İhtisâb Kanunu ve buna benzer İstanbul ve Edirne İhtisâb Kanunları, dünya hukuk tarihinin şeref sayfalarına altınla yazılması gereken kanun hükümlerini ihtiva etmektedirler. İsterseniz günümüzdeki ekmekçi ve fırıncıların hallerini düşünün, modern çağda yaşadığınızı unutmadan 500 sene önce hazırlanmış şu ekmek standart kanun hükmünü dinleyin:
“Ekmek 700 dirhem bir akçeye ola. İnce elekden elene ve tamam bişe ve ak ola ve râyihası olmaya. Etmekçiler, çaşni tuttukların narh üzere pâk işleyeler, eksik ve çiğ olmaya. Etmek ipinde kara bulunursa ve çiğ olursa, tabanına let uralar; eksük olursa tahta külah uralar veyahud cerime alalar.” (İstanbul ve Edirne İhtisâb Kanunnâmeleri, md. 1, 21).
 Bugün en çok şikâyet edilen kahveciler ve lokantacılarla alakalı ise, isterseniz şu hükmü ibretle mütâla’a edelim: “Aşçılar ve başçılar ve büryancılar ve börekpiler, fi’1-cümle taam pişirip satanlar, eyü ve pâk pişireler ve kabların pâk suyla yuyalur ve pâk bez ile sileler ve bir kerre panak ve tabak yudukları suyla tekrar bir çanak ve bir tabak dahi yumayalar. Ve kazanların kalaysız dutmayalar ve kepçelerini dahi kalaysız dutmayalar.” (İstanbul İhtisâb Kanunnâmesi, md. 7).
 Bu arada unutmayalım ki, insan hak ve hürriyetlerini, ecdadımızın yürekten inandığı hukuk nizamı, günümüz modern dünyasının sözlüğüne 20. asırda girebilen hayvan haklarını, asırlar öncesi bilmiş ve saygı göstermiştir. İşte Avrupa’nın insanlar hakkında dahi tatbik edemediği ve 500 sene önce hayvanlar hakkında tatbik edilen bir maddeyi şimdi beraber okuyabiliriz: “Ve ayağı yaramaz bargiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Ve hamallar ağır yük urmayalar.”
Osmanlı Devleti’nin bir müslüman devlet olmasından dolayı İslâm’ın Yunus Emre’nin diliyle ifade edilen “yaratılanı hoş gör; yaradandan ötürü” prensibini de fevkalade titizlikle ri’âyet etmişlerdir. İşte bir kanun maddesi de bunu tanzim etmektedir: “Bütün bu zikrolunanlardan başka her ne kim Allah u Te’âlâ yaratmıştır, hepsini muhtesib görüp gözetse gerekdir; hükmi vardır.” (İstanbul İhtisâb Kanunu, md. 58, 73).
 Osmanlı Hukukunda İnsanı Değil, Diğer Hayvanları ve Hatta Ağaçları Dahi Yakmak Caiz Değildir
 Önemle ifade edelim ki, Osmanlı Hukukunda insanları veya diğer canlıları ateşle yakmak veya fırına atarak cezalandırmak gibi bir ceza kesinlikle mevzubahis değildir. Bu konuda Osmanlı Kanunnameleri arasında neşrettiğimiz bir Kanunnameden alınan şu hüküm bunu açıkça göstermektedir.
“Velhâsıl nev‘-i benî âdemi belki zî-ruh olan cins-i hayvanı ihrâk bin-nâr eylemek memnû‘dur. Zira müsledir; müsle [1] ise alel-ıtlâk menhiyyünanhâdır. Ve Resul-i Ekrem (AS) “…………. ………. ………. ………..= ya‘ni nar ile ancak rabb’ün-nâr azâb eder ” kavl-i şeriflerinde ihrâk ile ta‘zibden bi hususihi nehy buyurmuşlardır. Böyle iken, “………. ……….. …………..”[2] hadis-i şerifinin ve tahrîk-ı zenâdıka kıssasının hemân zâhirlerine tefrî‘ birle alel-ıtlâk ‹mâm’ül-müslimîn içün dahi bil-îcâb ihrâk bin-nâr ile siyâ­set in cevâzına müretteb Risâle , Dede Efendi merhûmun ictisârında derkâr olan bir nevi‘ halele telmîh içün Siyer-i Kebir ’de zafer-yâb oldu¤um tenkîh-i mebhasi îrâd ile ıtnâb-ı ke­lâma ibtidâr olundu.
 Kaldı ki, “…………. ………….. …………”[3] hadis-i şerifi ve tahrîk-ı zenâdıka kıssası, kablen-nehy an’il-müsle sâdır olmuş ola yahud kavm-i zenâdıka sâhib-i mene‘a olduklarına binaen ihrâk ile ta‘zib leri revâ görülmüş ola yahud ba‘zı şürrâhın rivâyeti üzere kavm-i mahzûl fenn-i sihir de mâhir olduklarından ihrâk bin-nârdan başka esbâb-ı i‘dâm ile ihlâkleri müte‘assir olma¤la, bu makûle mevzi‘-i zarûrette “………….. ………………….. ………..”[4] kâidesi lâzımesince ihrakla ta‘zibleri tensîb buyurulmuş ola deyü kabil-i tevcîh ve tevfikdir.”[5].
 Peki Ekmekçilerin Cezası Neydi?
 Osmanlı Hukukunda etmekçilerin hangi ceza ile cezalandırıldığı ise, herhalde bu konuda düzenlenen kanun maddeleri daha iyi anlatacaktır. Bu maddelerden, İstanbul, Edirne ve Bursa şehirlerine ait ve 1502 yılında II. Bâyezid zamanında tanzim edilmiş olan Kanunnamelerden iki madde takdim edeceğiz.
İstanbul Belediye Kanunnameindeki ilgili madde aynen şöyledir:
“1. Etmekcilerin teftîşine şürû‘ olunub kanun-ı kadîmlerinden sorulıcak etdiler ki, her zamanda buğdayın ucuzlığuna ve kızlığına göre hâkim-ül-vakt emriyle ehl-i hibreden mu‘temed ve sika kişiler çaşni tutarlardı. Dört beş yıl vardır ki, etmekciler hükm getürüb mazmûnında a‘yan-ı şehirden bir kaç sika hâkimü’l-vakt ma‘rifetiyle çaşni dutub şöyle mukarrer olınmış ki: Bursa müddiyle buğdayın a‘lâsı yüz on akçeya, ziyâde evsatı yüze, ednâsı seksen beş akçeye olsa, etmek yedi yüz dirhem bir akçeye olub bahâdır ziyâde ya noksan olsa bu kıyas üzere ana dahi tayin oluna.”[6]
 Bi-şart-i ân ki, ince elekden elene ve tamam bişe ve ak ola ve râyihası olmaya. Ammâ bu şerâyit bi’l-fii’l ‘aceb mu‘teber ve mukarrer midir deyü imtihânen bir kaç yerden etmek getürüldi; kimi çiğ ve kimi kara ve ba‘zı eksik bulunub, sebebinden su’al olunıcak cema‘at-i kesîre etdiler ki, her gün her furundan gâh çiğ ve gah eksük deyü beşer onar akçe igmaz-ı ayn iderler. Hattâ muhtesib olanları, furundan akçe almasun deyü hüküm dahi gelmişdir, ‘amel etmezler ve kemâkân akçeler alurlar, eksüğin ve ‘aybın ketm ü setr ederler. Aldıkları akçeyi sûretâ cerîme deyü alırlar, hakikaten eksüğe ve ‘ayba ruhsat verirler dediler. Öyle olsa el’ân muhtesib olana, bu mezâlime ve mehâyife vukûfın var mıdır denicek, ben henüz geldim bu hususları bilmezin, kâtibim ve kethüdâm eskiden kalmışdır, anlara sorun dedi. Anlara sorulub bu kadar çiğ ve kara ve eksük nedir, niçün gözlemezsiz deyicek, bu def‘a günahımızı ‘afv idin, münba‘d ihtimam edelim, gözliyelim, gayrı vâkı‘ olmaya dediler. Te’kîd ile ısmarlandı. İmdi minba‘d gafil olmayub şer’den ve kanundan hâric iş etmek câiz değildir denildi. Az vakt içinde evvelkiden ziyade fesâdları zâhir oldu. Ba‘dehû merrâtla yine tekîdât olundı. Kat‘â mültefit olmayub şer‘a ita‘at ve kanuna ri‘ayet itmediler[7].”
Osmanlı Hukukundaki Tazir Cezaları Ve Çeşitleri Bellidir
 Eski hukukumuzun her ta’zir suçunun cezasını ayrı ayrı tesbit yoluna gitmediğini, belki bunu zamanın yasama organına terkettiğini daha önce zikretmiştik. Ancak bu husus, zamanın yasama organı demek olan ülül-emrin veya takdir hakkına sahip bulunan kadıların, tamamen serbest bırakıldıkları anlamına alınmamalıdır. Ta’zir cezaları tespit edilirken uyulacak esaslar ve önemli ta’zir cezaları ile bunların alt ve üst sınırları aslî kaynaklarda gösterilmiştir. Biz kaynaklarda zikredilen ve uygulamada görülen bazı ta’zir cezalarını görelim ve bunları en ağırından başlayarak nakledelim.
 1) idam Cezası (=katl=siyâseten katl=salb): Temel kaide, ta’zir cezasının 39 sopa cezasını geçmemesi ve öldürücü olmamasıdır. Ancak çoğu islâm hukukçuları, ta’zir cezası olarak idam cezasının verilebileceğini kabul etmektedirler. Hanefiler buna siyâseten katl demekte ve livâta, tekerrür eden hırsızlık suçu ve benzeri bazı suçlarda idam cezasının verilebileceğini kabul etmektedirler. Osmanlı Padişahlarının kardeşlerini ve bazı devlet adamlarını öldürülmeleri, bu manâda siyâseten katle değil, bir had suçu olan bağy’e girmektedir. Ancak Osmanlı Kanunnâmelerinde dükkân açma, tekrarlanan hırsızlık suçu ve livâta gibi suçların idam cezası ile cezalandırıldığını da görmekteyiz[8].
 Burada salb yani asma ile katli beraber zikrettik. Çünkü Osmanlı uygulamasında hem kılıç ile baş vurarak katletme ve hem de asma şeklindeki idam cezası uygulanmıştır. Her iki şekliyle de idam cezasının meşrûiyet kaynağı, Hz. Pegamber’in fiili tatbikatıdır.
 2) Celd (Sopa veya Çomak) Cezası: Bu ceza eski hukukumuzda temel cezaların başında yer alır. Osmanlı hukuku başta olmak üzere,Türk hukuk tarihi boyunca da uygulana gelmiştir. En azı üç ve en çoğu ta’zir cezası olarak 39 sopadır. fiu hüküm buna bir misâl teşkil eder: “Eğer bir kişinin atı veya katırı ekine girüb zarar ve ziyan eylese, davar başına sahibine beş çomak vurup beş akçe alına”[9].
 3) Hapis Cezası: Eski hukukumuzda iki çeşit hapis cezası vardır. Birincisi, süreli hapis cezasıdır. En azı bir gündür. En çoğunun sınırı, ülül-emr’ce takdir edilecektir. ikincisi, süresi belli olmayan hapistir. Önemli suçları (hırsızlık, kalpazanlak v.s.) adet haline getiren suçlular, tevbe edinceye kadar hapsedilirler. Yani hapis süresi önceden kesin belli değildir. Tanzimattan sonra çıkarılan ceza kanunları, hapis cezalarını süreli hale getirmiştir[10] ve aslî ceza olarak kabul etmiştir.
 4) Sürgün (Nefy=Tağrib) Cezası: Özellikle ırza karşı işlenen suçlarda uygulanan bu cezanın süresi genelde bir yıldır. Ancak bir yıldan fazla da olabilir. Tanzimattan sonraki ceza kanunlarında bu cezanın çokca uygulandığını görüyoruz. Bir kısım hukukçulara göre sürgün cezasına çarptırılanların hürriyetleri, bazı kayıtlarla da sınırlanabilir. Osmanlı uygulamasında görülen kürek ve kal’abendlik cezaları bu esasa dayandırılmıştır[11].
 5) Bunların dışında fıkıh kitaplarında zikredilen ta’zir cezaları arasında suçluya öğüt verme (va’z), kınama, tehdit ve özellikle yalancı şahitlik ve kalpazanlık gibi adi suçlarda teşhir gibi cezalar da mevcuttur. Türk hukuk tarihinde bunlar da uygulanmıştır. “Yalancı şâhidi ta’zir ve teşhir ederler” hükmü Kanunî’nin ceza kanununda yer almaktadır[12].
 6) Para Cezası: Fıkıh kitaplarında garâme ve Osmanlı hukukunda cürm-ü cinâyet cezası denen para cezası, özellikle Fatih Sultan Mehmed’in ceza kanunu ile Türk hukukunda ilk defa ciddî olarak uygulanmıştır. Bu ceza had ve kısas cezalarıyla beraber de uygulanabilir. Osmanlı kanunlarının ilk dört faslında özellikle para cezaları ayrı ayrı belirtildiği ve ne zaman verileceğine bazan işaret edildiği halde, bazı aştırmacılar, Osmanlı kanunlarının had ve kısas cezalarını kaldırdığını ve yerine para cezasını vaz’ettiğini ileri sürmüşlerdir. Halbuki kanunâmelerde had veya kısas cezaları uygulanmadığı takdirde, cürm ya da cerime tabir edilen para cezasının kanunda belinilen miktarda uygulanacağı belirtilmektedir. Ayrıca uygulanacak para cezası insanların gelir durumuna göre sınıflara ayrılarak tespit edilmiştir. Kısmen sadeleştirerek bir misal zikredelim: “Eğer adam öldürse, yerine kısas etmeseler kan cürmi bin akçe ya dahi ziyâde güci yetse dörtyüz akçe, altıyüze güci yetse ikiyüz akçe, ondan aşağı halli olursa yüzakçe, gayet fakir olsa elli akçe alına”[13].
 7) Bu cezaların dışında özellikle Osmanlı Devletinde uygulanan bazı ta’zir cezası çeşitleri daha vardır. Bunlar arasında önemli olanları zikredelim:
 Kürek Cezası: Önceleri bazı suçlulara ceza olarak devletin donanmasına ait gemilerde kürek çektirilerek uygulanan bu ceza, özellikle Tanzimattan sonra mahkûmun ayağına pranga denilen demir bağlanarak infaz olurdu[14].
 Pranga-bendlik cezası: Ağır suçluların ayağına zincir bağlanarak uygulanan bir infaz şeklidir. 1869 tarihli Askeri Ceza Kanununda yer alan bu ceza daha sonra diğer ceza kanunlarına da girmiştir.
 Kal’a-bendlik cezası: Hapis ve sürgün cezasını mâhiyetinde birleştiren bu cezaya çarptırılan suçlulara hapis cezaları, devletçe belirlenen kalelerde çektirilir. Tanzimattan önce de uygulanan bu ceza şekli, Tanzimattan sonraki ceza kanunlarında da görülmektedir[15].
 ——————————————————————————–
 [1] Müsle: Başkalarına ibret dersi olsun diye düşmanın burnunu, kula¤ını ve sair uzuvlarını kesmek yahut gözlerini oyarak çirkin bir şekle sokmakla cezalandırmaya denir. ‹slâm Hukukunda müsle yasaklanmıştır (Bilmen, Hukûk-ı ‹slâmiye, III, 345).
 [2] “Bizi ateşle yakanı biz de ateşle yakarız” manasını ifade etmektedir..
 [3] “Bizi ateşle yakanı biz de ateşle yakarız” manasını ifade etmektedir.
 [4] Mecelle’nin küllî kâideleri arasında yer alan bu esas, “Zaruretler, memnû‘ olan şeyleri mübâh kılar.” anlamındadır.
 [5] Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, IV, sh. 133.
 [6] Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri, II, 292 vd.
 [7] Krş. İbn’ül-Uhuvve, Ma‘âlim’ul-Kurbe Fi Ahkâmi’l-Hisbe, Kahire 1976, sh.154-155; Kavakçı, Yusuf Ziya, Hisbe Teşkilâtı, Ankara 1975, sh. 94-95
– Çaşni Tutmak: Çaşni, lezzet demektir. Dilimize çeşni diye geçen bu kelime, ihtisâb terimi olarak, belediye tarafından ekmeğin cinsinin tesbiti için yapılan denemeye denir (Pakalın, I/331).
– Müdd: Yaklaşık 1.053 Lt.lik hacim ölçüsü. Ancak Bursa müddü farklı olabilir. Nitekim sancak kanunnâmesinde 2,5 kile diye açıklanmıştır. Zira mahalline göre farklılıklar arzediyordu. Mesela, Kütahya müddü 20, Diyarbakır müddü 16, Siverek milddü ise 8 İstanbul kilesi idi. 8 Konya müddü 12 Bursa müddidir (Barkan, Kanunlar, 31, 46-47,106).
 [8] Damad, I/617; Udeh, I/687-689; Kanunî Kanunnâmesi, Yavuz Kanunnâmesi ve benzeri kanunlar›n ilk fas›llar›.
 [9] Ceza Kanunnâmesi, ‹Ü. Ty. 1807, Vrk. 5/b ve di¤er kanunlar; Molla Hüsrev, II/74 vd.; Damad, I/617 vd.˛ Udeh, I/689-694.
 [10] Udeh, I/694-699; Damad, I/620; Osmanl› Ceza Kanunlar›n›n ilk dört fas›llar›.
 [11] Udeh, I/699-700.
 [12] ‹Ü.Ty. 1807, Vrk. 6/a; Molla Hüsrev II/74 vd.; Udeh, I/702-705.
 [13] Kanunî Ceza Esat Ef. 2362, Vrk, 3/a; Ali Emirî, Kav. 74. Vrk. 1/b vd; ‹bn’ül-Hümâm, IV/212; Udeh, I/705-708.
 [14] 1858 Tarihli Ceza Kanunnâmesi, md. 19, 21, 57, 58, 60, 62.
 [15] 1858 Tarihli Ceza Kanunnâmesi md. 23, 24, 25, 30.
Bunu Paylaş

Comments are closed.