Maarif Nezareti

Bunu Paylaş
Bizzat Maarif Nazırı Şükrü Bey’in teşvîki ve mümkün olan bütün kolaylığı sağlamasıyla Mahmud Cevad Bey tarafından kaleme alınan bu kitap, maarif tarihimizin ilk ve yegâne eseridir. Yayınlandığı günden itibaren maarif tarihçilerinin baş ucu eseri haline gelen kitap resmî vesikalarla doludur. Arşiv belgelerinden sonra kaynak olarak kullanılan ilk kitaptır. Bu kitabı önemli kılan hususların ilki birinci elden kaynakların kullanılmış olması, ikincisi bu tip bir eserin ilk olarak tedvin edilmesi, üçüncüsü bizzat maarif nazırı tarafından desteklenerek vücuda getirilmiş olması, dördüncüsü aynı dönemde yaşayanlar ve bizzat maarif işlerinin içinde olanlar tarafından kaleme alınmış olması. Bir diğeri de kitapta ismi geçen bütün şahısların kısa kısa biyografilerine yer verilmiş olmasıdır.
 BİRKAÇ SÖZ
Milletlerin gelecekleri gençlerine, gençlerin geleceği de almış oldukları eğitimin kalitesine göre şekillenir. İlim, basîret, mantık, idrak ve şuurla donatılmış nesillerin tarihte oynadıkları müsbet rol bilinen bir gerçektir. Gençlerin talim ve terbiyesi ile ilgilenen, onların maddî ve manevî ihtiyaçlarını gideren milletlerin istikbâlleri bugünden, belki dünden daha parlak ve muhteşem olacaktır. Elverir ki nesiller de katlanılan bunca zahmetlere bîgane kalmasın.
İstikbâllerinin parlak olmasını arzu edenler, mazîlerini de araştırarak aydınlatmak zorundadırlar; zîrâ gelecek geçmişte saklıdır.
 Önümüzde her sahada istifadeye hazır mükemmel bir tarihi birikim var. Başta eğitim-öğretim faaliyetleri olmak üzere bu birikimden fevkalâde bir şekilde istifade edilebilir. Bugün için geçerliliği kalmamış olanlar bir tarafa bırakılarak, diğerleri yeni bilgilerle takviye edilip güncelleştirilebilir. Her devirde işe sıfırdan başlamak yerine mevcut birikimden hareket etme hedefe giden yolu daha da kısaltacaktır.
 Mazî dünyasının tecrübelerini bugünün ilim ve sanatıyla mezc ederek, samîmiyet gayret, basiret ve tefekkürle hareket edenlerin yeni ve muhteşem umranlar kurmaları işten bile değildir; zordur, ancak imkânsız değil…
 Kökünden koparılmış ve tefekkür dünyası dumura uğratılmış nesillerin; din, vicdan, hürriyet, millet.. ve insanlık adına ortaya koyabilecekleri hiçbir şey yoktur. Midelerini bu topraklarda doyursalar bile, kafaları başka(larına ait) fikirler! için çalışacak, yürekleri ise başka sevdalar için atacaktır.
 Nesillerimize “itidâl”i öğretmek zorundayız. “İtidâl”i bilen “ifrat” ve “tefrît”i de bilir. Doğu-batı, dünya-ukbâ, madde-mânâ, kültür-medeniyet, millî-evrensel, dün-bugün, ilim-din, iç-dış, kalp-kafa… dengesini kurabilen insanların oluşturdukları topluluklar; tarihin de şehadet ettiği gibi, kendi içlerinde huzur ve sükûnun mimarları, başka milletler için de birer müvâzene unsûru olmuşlardır. Dün-bugün-yarın kombinezonunu mükemmel stratejiler geliştirerek kurabiliriz. W. Churchil’in ifadesiyle; “Dün ile bugün arasında kavga çıkarırsak, yarını kaybederiz”. Bu mânâdaki dengesizliğimiz geleceğimize mal olabilir.
 Aslında “mümkün”ü “nâ-mümkün” yapan bizleriz. Bilgisizliğimiz, ufuksuzluğumuz, şuursuzluğumuz ve nefsî arzularımız önümüzdeki en büyük engeldir; “yapamayız”, “edemeyiz”, “bizden bir şey olmaz…” gibi düşünceler nefsimizin ürettiği bahânelerdir. İleri memleketlerdeki ilmî çalışmalar şöyle bir gayeye matuftur; ilk önce kendi insanının refah seviyesini daha da yükseltmek, dünyanın dörtbir yanındaki ilmi gelişmeleri çok yakından takip ederek liderlik yarışından kopmamak ve bayrağı devralacak gençlerin mükemmel bir bilgi donanımına sahip olmalarını sağlamak, vs. Bizde ise her şey sanki ters istikamette seyrediyor. Kurulan sistem sanki yetişen neslin ihyâsına (dirilişine) değil de, ifnâsına (yok olmasına) hizmet eder bir vaziyettedir. Asistanlığını yaptığı Alman hocası Bayezid meydanından geçerken merhum Erol Güngör’e sormuş, “Erol, etrafta 6-8 yaşları arasından gözlerinden zekâ fışkıran çocuklar görüyorum. Bu zekî çocukları okullarınıza alıp nasıl aptal hale getirdiğinizin sırrını ise bir türlü çözemiyorum. Sahi bu zekî çocukları okullarınızda nasıl aptal hâle getirebiliyorsunuz?”* diyor. Başka söze ne hacet. Bu, bir yabancının bizimle ilgili tesbiti. Maalesef bizler çoğumuz itibariyle ve ekser halde kendi meselelerimize bir yabancıdan daha fazla yabancıyızdır. Herhâlde bu girdaptan kurtulmanın yolu; bütün melekeleriyle akıl ve kalp kültürüne sahip ciddî, kaliteli ve çağı ile yarışan, hatta onun bir adım önünde giden ilim ve irfan ocakları kurmadadır.
 Hakîkatte ne ilm ü irfânın, ne de talim ve terbiyenin ehemmiyeti hakkında söz söylemek izahtan vârestedir. Biz işi erbâbına havâle etmekle yetinelim.
 * * *
 Evet, yayına hazırladığımız, bizzat Maarif Nazırı Şükrü Bey’in teşvîki ve mümkün olan bütün kolaylığı sağlamasıyla Mahmud Cevad Bey tarafından kaleme alınan bu kitap, maarif tarihimizin ilk ve yegâne eseridir.
 Yayınlandığı günden itibaren maarif tarihçilerinin baş ucu eseri haline gelen kitap resmî vesikalarla doludur. Arşiv belgelerinden sonra kaynak olarak kullanılan ilk kitaptır. Herhalde maarif tarihiyle ilgilenip de bu kitaptan haberi olmayan, yazdıkları makale, kitap ve tezlerde kaynak olarak kullanmayan ve dolayısıyla Mahmud Cevad Bey’in, tanınmış adıyla Mahmud Bey Baba’nın adını duymayan yok gibidir.
 Kitap aslında iki cilt olarak düşünülmüştür. Birinci cilt elinizde tuttuğunuz bu eserdir. İkinci cilt hem bu kitaptaki üçüncü kısmı ikmâl, hem de maarif nazırlarının geniş bir şekilde yer alacağı biyografileriyle mekâtib-i âliye ve kütüphâneler tarihçesini ihtiva edecekti. Ancak maarif tarihimiz adına büyük bir kayıp olan bu ikinci cilt maalesef yayınlanmamıştır.
 Bu kitabı önemli kılan bazı hususlar vardır. Bunlardan ilki birinci elden kaynakların kullanılmış olması, ikincisi bu tip bir eserin ilk olarak tedvin edilmesi, üçüncüsü bizzat maarif nazırı tarafından desteklenerek vücuda getirilmiş olması, dördüncüsü aynı dönemde yaşayanlar ve bizzat maarif işlerinin içinde olanlar tarafından kaleme alınmış olması. Bir diğeri de kitapta ismi geçen bütün şahısların kısa kısa biyografilerine yer verilmiş olmasıdır. Yabancıların (bir kaçı istisna) biyografilerine yer verilmemiştir, ilh…
 Kitap hakkında fazla bir malumata sahip olmayanlar bu eserin baştan sona Mahmud Cevad Bey’in telifi olduğunu zannederler. Halbuki kitap yakından incelendiğinde teliften ziyade tedvîn* olduğu görülecektir. Zaten Mahmud Cevad Bey de “İfâde-i mahsûsa” kısmında, “Lisânımızda şimdiye kadar böyle bir eser tedvîn edilmemiş olduğundan…” bahseder ki, bu da görüşümüzün bizzat müdevvin tarafından doğrulandığı mânâsına gelir..
 Tabiî bu düşüncemiz ne Mahmud Cevad Bey’in ve ne de kendisine yardımcı olarak tayin edilen Müze-i Hümâyûn Hâfız-ı Kütübü Mehmed Âlî Bey’in çalışmalarını küçük göstermek değil, sadece bir durum tesbîti yapmaktan ibarettir. Zaten maarif tarihinde ilk defa böyle bir çalışma yapıldığından, müellif, yardımcısıyla beraber ne kadar çok sıkıntı çektiklerini kitabın son kısmında yer alan Maarif-i Umûmiye Nizamnâmesi’nden önceki paragrafta dile getirmektedir. Bize düşen maarif tarihimize böyle önemli bir eseri hediye eden zevâta müteşekkir olmaktır.
Şimdi, “İçindekiler” kısmında çok geniş bir şekilde yer verilmiş olsa bile, kitabın muhtevası hakkında lüzumlu gördüğümüz bazı noktalara daha dikkatinizi çekmek istiyoruz;
 Kitap, bir giriş (Medhal) ve üç kısımdan meydana gelmektedir. Müellif, önsöz (İfâde-i mahsûsa)’de; kitabın yazılmasına nasıl başlandığını, kimlerden yardım gördüğünü, başlıca hangi eserlerden istifade ettiğini, yazım aşamasında hangi usûlün takip edildiğini vs. hususları ifade ediyor.
 Medhal; Sultan II. Mahmud’un 1824’te ilk tahsili mecburî hale getiren fermânıyla başlayıp 1254 (1838-39) senesi Mekâtib-i Rüşdiye Nezâreti’nin tesisine kadar devam etmektedir. Yine bu kısımda çocukların gönderildiği mahalle mektepleri hakkında Meclis-i Umûr-ı Nâfi‘a’nın bir lâyihası ve bu lâyiha ile ilgili olarak Bâb-ı Âli daireleri arasında cereyan eden yazışmalar yer almaktadır.
 Birinci kısım; kurulmasına karar verilen Mekâtib-i Rüşdiye Nezâreti ile ilgili bir lâyiha ile başlayıp 1857 (1273) senesinde Maarif-i Umûmiye Nezâreti’nin teşekkülüne kadar cereyân eden hâdiseleri ihtiva etmektedir. 1845 yılında kurulan Meclis-i Muvakkat; Dâimî Meclis-i Maârif’in teşekkülü; Mekâtib-i Umûmiye Nezâreti’nin tesisi; Sıbyan ve rüşdiye mekteplerine muallim yetiştirmek için Dârülmuallimîn’in açılması; Meclis-i Muvakkat kararlarından olan ve Osmanlı Devleti’nin ilk akademisi ünvanını hâiz Encümen-i Dâniş’in açılması, dahilî ve haricî üyelerin isimleriyle beraber biyografileri; Rumeli’nin İşkodra, Yenişehir, Yanya, Delvine ve Manastır şehirlerinde birer rüşdiye mektebinin açılması ile Osmanlı Devleti tarafından Maarif-i Umûmiye nâmına ilk defa olarak Avrupa’ya (Paris’e) gönderilecek ve orada tahsillerini ikmâl ettikten sonra açılması düşünülen Dârülfünûn’a muallim olacaklar için Meclis-i Maarif-i Umûmiye tarafından kaleme alınan 25 Şubat 1857 tarihli talimatname.. bu kısımda yer almaktadır.
 En hacimli bölümü oluşturan İkinci kısım 1857 senesinde kurulan Maarif-i Umûmiye Nezâreti’nin tesisi ile ilgili havâdisle başlıyor. 1273 (1856-57) senesinden başlayıp 1301 (1883-84) senesine kadar cereyan eden hadiseler bu kısımda anlatılıyor. 28 yıllık maarif icraatlarının anlatıldığı bu kısımda da dikkate şâyân gelişmeler görülmektedir; Mekteb-i Mülkiye’nin açılması, Cemiyet-i İlmiye-i Osmâniye’nin kuruluşu, 1865 yılında Maarif-i Umumiye Nezareti’ne bağlı Tercüme Cemiyeti’nin kuruluşu, 1869 yılında yayınlanan meşhur Maarif-i Umûmiye Nizamnamesi (bu nizamname bir yanlışlık eseri olarak kitabın sonunda yayınlanmıştır); 1286 (1869-70)’da açılan ilk Kız Sanayi Mektebi; Dârülmuallimât’ın açılması; “Maarif-i Umûmiye” nâmıyla bir derginin çıkarılmasının kararlaştırılması; Dârülfünun’daki serbest derslerin Takvim-i Vakayi’nin “Kısm-ı İlmî” bölümünde de neşredilmesi; 1872 yılında Darülfünun’un otuz yıl süreyle kapatılması; Maarif Nezareti tarafından ilk defa 1291 (1874-75) senesinde çeşitli okullara ait neşredilen ihsâiyât “İstatistik”; 16 Haziran 1875 yılında bütün vilayetlere gönderilen Teftîş-i Matbuât yani “Sansür”le ilgili emirnâme; Tedrisat-ı İbtidâiye Meclisleri (Yeniköy, İstinye ve Tarabya Meclis-i Tedrîsi gibi); Mekteb-i Sultanî bünyesinde bir Hukuk Mektebi’nin açılması; Maarif Nazırı Münif Efendi tarafından “Kütüphâne-i Umûmî” nâmıyla bir kütüphane açılmasına teşebbüs edilmesi; İranlı talebelerin tahsil için Avrupa yerine Osmanlı Devleti’ne gelmeleri; Alfabenin ıslahı meselesi; Vakıf kütüphanelerinde bulunan kitapların isimlerini ihtiva eden kitap kataloglarının basılması ve neşredilmesi; 1297 (1879-80) senesinde ilk defa yayınlanan “Salnâme-i Devlet-i Aliyye-i Osmâniye”den ilginç ve mühim bazı kısımlar; Mekteb-i Tıbbıye-i Mülkiye tarafından “Vakayi‘-i Tıbbıye” nâmıyla bir tıp gazetesinin neşrine başlanılması; Kız çocuklarının tahsilde pek ilerleyememelerinin sebepleri hakkında Vakit gazetesinden alınan önemli bir makale; İstanbul’da “Müze-i Hümâyûn” un açılması ve burada Maarif Nazırı Münif Efendi tarafından îrâd edilen çok önemli bir nutuk (Münif Efendi burada Avrupalıların müzecilik düşüncelerini, Osmanlı Devleti’ne ziyaret maksadıyla gelen Avrupalıların buradan götürdükleri tarihî eşyalarla muhteşem müzeler kurduklarını, bizim ise böyle bir düşünceye sahip olmadığımızı, ancak bundan sonra bu hususta daha dikkatli davranılacağını, ifade ediyor); 19 Eylül 1881’de Beşiktaş İnas Rüşdiyesi’nin diploma töreninde mezkûr mektebin muallimeleri ve bir davetli hanım tarafından ilk defa olarak bir açılışta hanımlar tarafından nutuklar îrâd edildiği; Farklı amaçlarla kurulan ancak yaptığı icraatlarla bir sansür kurulu haline gelen Encümen-i Teftiş ve Muayene’nin kurulması; Okulların ders programları, gerek taşra, gerekse İstanbul’da kurulan çeşitli mekteplerin isimleri ve buralardaki talebelerin miktarını gösteren cedveller; 1299 (1881-82) yılında Yıldız Sarayı’nda bir rasathanenin inşası… ve daha nice önemli gelişmeler bu kısımda yer almaktadır.
 Bu kısımda 1274 (1857-58) ve 1284 (1867-68) yılları atlanılmış.
Son bölümü oluşturan Üçüncü Kısım ise 1301 (1883-84) den 1310 (1892-93) senesine kadar cereyan eden maarifle ilgili havâdisi içermektedir; 1301 (1883-84) senesinde Hariciye Nezareti’ne bağlı Lisan Mektebi’nin Mülkiye Mektebi’nde açılması; Fevkalâde ihtiyaç olmasına rağmen Mekâtib-i Sultâniye’nin bir türlü çoğaltılamamasının sebepleri; Husûsî mekteplerin açılması (Şehzâdebaşı’nda “Mekteb-i İrfânî”, Aksaray’da “Mekteb-i Osmânî” gibi); 1307 (1889-90) İstanbul’da bir a‘mâ ve dilsiz mektebinin açılması; Aşîret mektebinin açılması, 23 Temmuz 1892 tarihli nizamnamesi ve ders programı…
Kitaba, yer yer yerli ve yabancı gazetelerden, salnamelerden alıntılar yapılmış. Meselâ; Les Debats gazetesinin İstanbul muhabiri tarafından mensup olduğu gazeteye yazdığı uzun mektup câlib-i dikkattir. Muhabirin Mülkiye, Ticaret, Maâdin, Sanâyi‘-i Nefîse ve Mekteb-i Tıbbıye-i Mülkiye mekteplerini gezerek müşâhedelerini kaleme aldığı mektubun tercümesi 2 Nisan 1885 tarihli Tarîk gazetesinde neşredilmiştir. Müşâhid mektubunda okullarda gördüklerini acık bir dille ifade ediyor ve Osmanlı maarifinin ne derece gelişme gösterdiğine dikkat çekiyor.
 Diğer yandan Üçüncü Kısmın sonlarına doğru orta dereceli okullarla ilgili talimatnamelere ve ders programlarına.. geniş bir şekilde yer verilmiştir. Bu programlarda dikkatimizi çeken hususlardan biri; mevzuların, bugün ancak üniversitelerde okutulabilecek seviyede teferruatlı ve hacimli olmasıdır. Eğer hakîkaten bu programlar tatbik edilebilmiş ise o günün lise talebelerinin bugünün üniversite talebelerinden fersah fersah ileride olduklarını çok rahatlıkla söylememiz mümkündür. Ancak bildiğimiz kadarıyla devletin o gün içinde bulunduğu zor şartlar, maddî imkânsızlıklar ve yetişmiş eleman eksikliği hedeflerin gerçekleşmesini zorlaştırmıştır. Yine de tamamı tatbik edilememiş olsa bile Osmanlı eğitimcilerinin bu mevzuları resmî okul programlarına derc etmeleri bile takdire şâyân bir düşünce tarzıdır. Meselâ “Umum mekatib-i rüşdiye ve idadiyede beher hafta okunacak ulûm ve fünûnun aded-i dürûsunu mübeyyin tanzîm olunan cedvel”deki derslerden kozmoğrafya, mihanik, fizik, kimyâ ve mevalid gibi derslerin muhtevaları dikkat çekecek mahiyettedir; Avrupadaki ilmî gelişmeler yakından takip edilmiş, yeni keşif ve teorilerin üzerinden çok kısa bir zaman geçmiş olsa dahi mektep kitaplarında yerlerini almıştır. Bir misâl olmak üzere “Kimya” dersinde hangi hususların okutulacağının anlatıldığı bölümde “Atom nazariyesi”nin yer aldığını görüyoruz. Bu da bize Osmanlının Avrupa’daki ilmî gelişmeleri yakından takip ettiğini ve onu almada dûn-himmet olmadığını göstermektedir. Osmanlı Devleti’nin son dönemleri hakkında fikr-i sabit sahibi kimselerin görüşlerini bir kere daha gözden geçirmeleri ve hâdiseleri tek bir zaviyeden değil de, bütün yönleriyle ele alıp değerlendirmeleri gerekmektedir. Teknik terimlerin dili çok ağır olmasına rağmen yukarıda bahsettiğimiz derslerin muhtevalarına bir göz atmak yeterli olacaktır.
 Bir diğer dikkat çekici husus da, programlarda her ne sûretle olursa olsun, hocalar tarafından talebelere dayak atılmasının kesinlikle men edilmesidir.
İleriki sayfalarda da görüleceği üzere erkeklerle beraber kızların eğitimine de geniş bir şekilde yer verilmiş ve teferruatlı müfredat programları hazırlanmıştır.
 XIX. asrın sonlarına doğru Osmanlı Maarif-i Umûmiyesinin Mekke, Cidde, Kudüs, Şam, Musul, Beyrut’tan Girit’e, oradan Selanik, Manastır, Kosova, Arnavutluk ve Üsküp’e kadar geniş bir coğrafya üzerinde maarif işleriyle ilgilendiği ve kamet-i kıymeti ölçüsünde çözümler aramağa çalıştığı görülmektedir.
 Kitap üzerinde yaptığımız tasarruflara ve kitabı nasıl kullanacağımıza gelince;
 1- Bu tip eserlerin bugünkü alfabeye aktarılırken mutlaka yazıldıkları dilleri muhafaza edilmeli ve kesinlikle sadeleştirme yapılmamalıdır, düşüncesindeyiz. Dolayısıyla eserin transkripsiyonunu yaparken sadeleştirme yoluna gitmedik ve kullanılan dili aynen aktardık. Burada şu hususu da vurgulamak yerinde olacaktır; Tarih ve kültürümüze ait eserlerin, yazıldıkları dönemde kullanılan Türkçe, bugünün insanının –eğer o sahada ihtisas yapmamış ise- anlayabileceği bir dil değildir. Maalesef bugünün nesilleri 20-30 sene önce yazılan bir fikrî eseri dahî anlamakta zorlanmaktadırlar. Birinci derecede bu tür eserlerin asıl yazılış dilleriyle bugünün alfabesine aktarılmasının yanında, engin kültür hazinelerimizden geniş halk kitlelerinin de haberdar olabilmesi için sadeleştirme yoluna da gidilmelidir.
 2- Kitabın bütününde verilen tarihler hicrîdir. Biz bu hicrî tarihlerin yanına köşeli parantez içerisinde miladî karşılıklarını da yazdık. Hicrî tarihleri miladî tarihe çevirmede Ahmed Muhtar Paşa’nın Takvîmü’s-Sinîn (Yay. Haz. Y. Dağlı-H. Pehlivanlı, Ankara 1993)’ini ve daha önceki tarihler için de Almanların hazırlamış olduğu CAL adlı bilgisayar çeviri programını asıl aldık.
 3- Kitabın sayfa yapısına bağlı kalınmamış ve kitabın aslında dipnotlar her sayfanın başında yeniden başlıyor olmasına rağmen bizde serî olarak devam etmiştir.
 4- Kitapta kullanılan bütün köşeli parantez içindeki notlar bize aittir.
 5- Kitap aslında çok kullanışlı olarak tedvîn edilmemiştir; ne seneler arasına, ne de aynı sene içindeki farklı konulara ayırdedici ara başlıklar atılmış. Meselâ; 1266 (H) senesi vakaları bittikten sonra çok küçük bir çizgi çizilmiş ve hemen akabinde 1267 senesi zilkadesinde… diye mevzuya girilmiş. Daha sonra bu seneye ait farklı konulara ara başlıklar atılmadan normal paragraflar halinde devam edilmiştir.
 Biz bütün bu karışıklıkları gidermek için her sene arasına, meselâ; 1290 (1873-74) SENESİ VAKAYİ‘İ şeklinde başlıklar attık. Daha sonra aynı seneye ait, fakat ayrı ayrı konuları ihtiva eden paragrafların başına 1, 2, 3, 4… şeklinde numaralar verdik. Dolayısıyla okuyucu “İçindekiler” kısmını açtığında iki ayrı numarayla karşılaşacaktır; bunlardan birincisi sayfa numarası, ikincisi ise o konuyu ihtiva eden paragraf numarasıdır. Meselâ; “İçindekiler” kısmından 1271 (1854-55) SENESİ VAKAYİİ’ni bulmak istiyoruz. Hemen cümlenin karşısına baktığımızda sayfa numarası olarak 53’ü, paragraf numarası olarak da 2’yi göreceğiz. Yani bu başlık 53. sayfanın 2 numaralı paragrafında yer almaktadır mânâsına gelmektedir, ilh.
 6- Hacmi geniş olan bu kitaba kısa bir fihrist yapılmış. Bu sebeple hem kitabın içerisinde hangi mevzuların var olduğunu tam olarak bilemiyorsunuz, hem de aradığınız konuyu ânında bulamıyorsunuz. Biz, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere kitabın hepsini taradık ve ayrı ayrı konuları ihtiva eden paragrafların özetini yaparak “İçindekiler” kısmına derc ettik ve sıra numaraları verdik. Bu sebeple “İçindekiler” kısmı belki hiçbir kitapta olmayacak şekilde kabarık oldu, ama en azından kitapta hangi hususlara yer verilmişse o da ortaya çıkmış oldu.
 Bir başka husus; okuyucu kitabın ana metnini okumadan bizim kronolojik bir sıra takip ederek hazırladığımız “İçindekiler” kısmını dikkatli bir şekilde baştan sona kadar taramış olsa, Osmanlı Devleti’nde 1824’ten 1893 yılına kadar cereyan eden maarif hareketlerini görmüş olacaktır.
 7- Kitabın en sonuna Osmanlı Devleti’nin bütün maarif nazırlarının isimlerini, kaç defa nazırlık yaptıklarını, işe başlama ve ayrılma tarihlerini ihtiva eden bir liste ekledik.
 8- Kitabın yazıldığı dil bugüne nisbetle ağır olduğundan okuyucuya yardımcı olmak amacıyla kitabın sonuna genel bir lugatçe hazırladık.
 9- Kitabın sonunda Darülfünûn, mekâtib-i âliye, mekâtib-i umûmiye ve husûsiye, nezaretlerin şubeleri, ilmi heyetler, ders cedvelleri, nizamnâme, talimatnâme ve istatistikler ile kadın ve erkeklere ait ayrı ayrı fihristler yapılmasına rağmen, biz “İçindekiler” kısmını geniş tuttuğumuzdan fazla yer işgal etmemesi için buna gerek görmedik. Ayrıca kadın ve erkeklere ait yapılmış ayrı ayrı fihristi de “İsim İndeksi” altında bir araya topladık.
 10- Kitabı bugünkü alfabeye aktarırken bütün transkripsiyon işaretlerini kullanmadık; terkiplerde tire (-) işaretini (ricâl-i devlet gibi), uzatma işâreti olarak (^) işaretini (dâimî gibi), hemze (¡) yerine apostrof (’) işaretini (me’mûriyet gibi), ayın (Ÿ) işareti yerine ters apostrofu (‘) kullandık (‘uhde gibi). Aktarma işlemi tamamlandıktan sonra çoğu ayın (Ÿ) işaretini de hem son devrin metinleri olduğundan, hem de okumada kolaylık olsun diye kaldırdık. Bugün fazlaca kullanılmayan kelimelerde ise ayın (Ÿ)işaretini gösteren ters apostroflar kalmış durumda.
 11- Bugün de kullandığımız bazı kelimeler için transkripsiyon işareti kullanmadık. Meselâ;
 Zi’l-ka‘de’yi > Zilkade
 Rebî‘ü’l-evvel’i > Rebîülevvel
 Cumâde’l-ûlâ’yı > Cumâdelûlâ
 Binâen-‘aleyh’i > Binâenaleyh
 Dârü’l-fünûn’u > Dârülfünûn
 Dârü’l-mu‘allimât’ı > Dârülmuallimât şeklinde yazıldı.
12- Maarif nazırlarının orijinal resimlerini aynen muhafaza ettik ve bilgisayarda daha da orijinalleştirerek sayfa aralarına serpiştirdik.
 13- Doğruluğundan şüphe ettiğimiz veya okumada kolaylık olsun, yanlış mânâ verilmesin diye bazı kelime ve isimlerin yanına köşeli parantez içerisinde Osmanlıcasını da yazdık.
 14- Metin içinde geçen kitap, dergi ve gazete isimlerini beyaz italik olarak yazdık.
 15- Kitaptaki bütün ders cedvellerini vb. daha iyi görünmesi açısından tablolaştırdık.
 16- Özellikle kozmoğrafya, kimya, fizik gibi kısımlarda isimleri geçen yabancı ilim adamlarının adlarının orijinal yazılışlarını doğum ve ölüm tarihleriyle beraber ansiklopedilerden bulduk ve köşeli parantez içerisine kaydettik.
 Hülâsâ, bu çalışma da çeşitli dost ve arkadaşlarımızın yardımları sayesinde gerçekleşti. Başta Mahmud Cevad İbnü’ş-Şeyh Nâfî’nin hayat hikâyesini bizim için kaleme alma lutfunda bulunan kıymetli ilim adamı Prof. Dr. Ali Birinci’ye, hiç de zamanı olmamasına rağmen kitabın büyük bir kısmını gözden geçiren ve yönlendirici fikirleriyle katkıda bulunan Doç. Dr. İsmail Kara’ya, gerek Fransızca kelimelerin okunmasında, gerekse kitabın yayınlanması hususundaki teşviklerinden ötürü Prof. Dr. Aykut Kazancıgil’e, genellikle terminolojisi Arapça olan cebir, hendese, kozmoğrafya, fizik, kimya, mevâlîd… gibi kısımların okunmasında yardımlarını esirgemeyen İhsan Kasım Salihî ve Dr. İhsan Fazlıoğlu’na, müsveddelerin okunmasında ve sair hususlarda beni yalnız bırakmayan dostlarım Kenan Olgun ve Levent Akgünlü’ye; Teknik işlerin yapılmasında yorulmadan her an yanımda olan arkadaşım Tuncay Baydak’a, kitabın bir an önce yayınlanması hususunda gösterdiği gayret ve manevî desteklerinden dolayı muhibb-i azîzim Mustafa Şaban Adanır’a, kitabın basımını gerçekleştiren Yeni Türkiye Yayınları mensuplarına, buraya ismini kaydedemediğim bütün yardımsever dostlara ve dahî küçüklüğümden beri beni hiçbir zaman yalnız bırakmayıp maddeten ve manen destekleyen ağabeylerim Haydar ve Özer Kayaoğlu’na teşekkür etmeyi vicdânî ve irfânî bir borç bilir, hepsine birden en derin minnet ve şükranlarımı sunarım.
 Bütün gayretlerimize rağmen yanlışlarımız olabilir. Kitapta görülen her türlü kusur ve noksan bendenize aittir. Ehl-i irfânın mazur görmesi ve ilim âlemine faydalı olması temennisiyle…
 Taceddin Kayaoğlu
İstanbul, 2001
Bunu Paylaş

Comments are closed.