İslâm Ve Batı Hukukunda İnsan Haklarının Tarihî Gelişimi

Bunu Paylaş
Prof. Dr. Ahmed Akgündüz
I- KONUNUN TAKDİMİ
Günümüzde bilinenin ve öğretilenin tersine insan hak ve hürriyetlerinin tarihî gelişimi açısından Batı ile Doğu yani İslâm aleminin durumu, % 100”e varan nisbette birbirinden farklıdır. Kamu hukukunda anlatılan ve öğretilen hak ve hürriyetlerle ilgili tarihî gelişmeler ve hatta biraz sonra kısaca bahsedeceği­miz İngiliz Magna Carta”sı ile Fransız 1789 tarihli inkılâbının bu açıdan arzettiği önem, sadece Batı için söz konusudur.
Zira İs­lâm aleminde, Batıda çok zor şartlar altında elde edilen insan hak ve hürriyetleri, ta asr-ı saâdetten beri vardır. Batı”da insan haklarıyla ilgili ilk bildiri tarihi en fazla 1215”e çıkarılabilirken İslâm aleminde, Hz. Peygamber devrinde yani milâdi VII. asır­da hazırlanan Medine Anayasası, ilk insan hak ve hürriyetleri bildirisi diyebileceğimiz Veda Hutbesi ve de Kur”ân ile sünnetin beyânları, günümüzdeki anlamıyla insan hak ve hürriyetlerini tesbit ve tayin etmiştir.
İşte bu yazımızın konusunu, İslâm hukukunda insan hak ve hürriyetlerine kısa bir atf-ı nazar yaparak, yapılan tarihî ve ilmî yanlışlara işaret etmek ve İslâm aleminde insan hak ve hür­riyetleriyle ilgili gerçek tarihî gelişmeyi ortaya koymak teşkil ede­cektir. “Herşey zıddıyla bilinir” kâidesince, önce Batı”daki tarihî gelişmeyi kısaca özetleyeceğiz.
II- BATIDA İNSAN HAK VE HÜRRİYETLERİNİN GELİŞİMİ
Batı”daki insan hak ve hürriyetleri ile ilgili mukayeseli bil­giyi, İslâm hukukundaki durumu izah ederken kısaca vereceğiz. Burada genel olarak ana hatlarıyla arz etmek istiyoruz. Bi­raz sonra, İslâmdaki insan hak ve hürriyetIeriyle ilgili vereceği­miz bilgiler, miladî VII. asırdan itibaren geçerlidir. Bu noktayı göz önünde bulundurarak Batı”ya bir göz atalım:
Batı”da insan haklarından bahsedebilmek için XVI. yüzyı­lı beklemek gerektiğini hukukçular ittifakla belirtiyorlar. Bun­dan önceki dönemlerde, meselâ Yunan”da görülen demokra­siden, insan hak ve hürriyetlerinin başlangıcı diye bahsetmek büyük bir hatadır. Zira Yunan demokrasisi, sadece azınlığın bas­kısına karşı, çoğunluğun baskısının tercihi manasını ifade eder. Yunan demokrasilerinde insanların giyiminin, sakal ve bıyığı­nın dahi devlet tarafından şekillendirildiğini ve geç evlenen er­keklerin cezalandırıldığını belirtirsek, mesele daha iyi anlaşılır kanaatindeyiz. Roma Medeniyeti ise, zorbalığa hürriyet küla­hını geçirmekten başka bir şey yapmamıştır[1].
Hürriyetin beşiği olan İngiltere”de 1215 tarihli Magna Carta Libertatum denilen yazılı belgeden itibaren hürriyetten bahse­dilmeye başlanmıştır. Bu da, insan hak ve hürriyetlerini tesbit için değil, sadece iktidar ile halk, soylular ile din adamları ara­sında dengeyi az da olsa kurmak için kabul edilmiştir. Kral VIII. Henri zamanı yani XVI. asra kadar kadının İncil’e bile el sü­remeyen murdar bir yaratık olarak kabul edildiğini, 1805 tari­hine kadar isteyen her erkeğin karısını yarım şilin karşılığında satabildiğini ve kadına mülkiyet hakkı tanınmadığını misâl ola­rak belirtirsek, İngiltere”deki durum daha iyi anlaşılacaktır. XVII. yüzyılda kabul edilen “haklar bildirileri” ile,sınırlı bir hak-hürri­yet anlayışı İngiltere”de yayılmaya başlamıştır. XVIII. yüzyılın sonuna kadar vatandaşın siyasî iktidara katılması söz konusu değildir. Genel seçim sistemi XIX. yüzyılın yarısına doğru kabul edilmiştir[2].
Amerika”da ise, durum daha da vahimdir. XVIII. yüzyıl­da yayınlanan Virginia Haklar Bildirisi ve benzerlerinin kabu­lüne kadar bütün Amerikan halkı İngilizler”in kölesi durumun­dadır. Bu tarihlerden 1970”lere kadar zencilerin adamdan sa­yılmadığını ve insan hak-hürriyetleri açısından çifte standardın tatbik edildiğini hepimiz biliyoruz[3].
Batı”da insan hak ve hürriyetleri açısından şampiyon ülke ilan edilen Fransa”da bu durum içler acısıdır. 1789 Fransız ihti­lâlinden önce ülkede tam bir esâret ve derebeylik hayâtı hâ­kimdir. Derebeyler, kendilerini, ellerinde zorla bulundurdukları toprağın ve üzerinde yaşayan insanların mâliki sayarlar. 1789 ihtilâlinin sonucunda ilan edilen İnsan Hakları Beyânnâmesi de bugünkü anlamıyla bir insan hakları bildirisi demek değil­dir. Hiç olmayan bir şeyi kısmen kabullenme mahiyeti taşıdı­ğından, sadece Batı”daki insan hakları açısından önemlidir. İn­san haklarının ilk defa yaratılıştan var olduğuna bu bildiri ile inanılmaya başlanmıştır. 1789 tarihli bu insan hakları bildirisi, insanın kölelikten, zilletten ve sefâletten kurtulduğunu ilan et­mesine rağmen, bu şefkatini bütün insanlara teşmil edememiştir. O tarihlerde hazırlanan Fransız Medenî Kanunu “çocuğu, akıl hastasını ve  kadını mahcûr” saymakta ve kadına kendi emeği üzerinde tasarruf hakkı tanımamaktadır. Kadının tasarruf hakkının nihâyet 1908”de tanındığını belirtirsek, bu bildirinin ve onu takip eden gelişmelerin mahiyetini daha iyi anlayabiliriz[4].
Verilen misâllerden ve hukuk tarihçilerinin araştırmaların­dan anlaşılıyor ki, günümüzdeki anlamıyla insan hak ve hürri­yetlerinin Batı”daki gelişimi gerçek manada XIX. ve XX. asırda gerçekleşmiştir. Bu sebeple, İslâm Hukukundaki durumu bil­meden, İslâm,da ve müslüman Türk devletlerindeki hak ve hür­riyetlerin gelişimini, batıdaki hak bildirilerine bağlamak ve hat­ta onlardan çok gerilere atmak, büyük bir ilmî hata ve hatta düşülen millî bir gaflettir[5]. Şimdi bu tesbitimizi gerekçelendirmek için İslâm Hukukundaki duruma bakalım ve 19. asırda Fransa”da “Kadın insandan sayılır mı sayılmaz mı?” sorusuna “Kadın da insandır. Ancak sadece erkeğe hizmet etmek için yaratılmıştır” cevabının verildiğini unutmayalım[6].
III- İSLÂM HUKUKUNDA İNSAN HAK VE HÜRRİYETLERİ
Biz burada, bütün hak ve hürriyetleri anlatacak değiliz. Ga­yemiz, genel durumu,seçilmiş örneklerle ve batı”daki durumla mukayese ederek sizlere arz etmektir. Önce şunu önemle be­lirtelim ki, İslâm Hukukundaki temel hak ve hürriyetler fikri, Batı”daki safhaları yaşamamış ve geçirmemiştir. Zira İslâm Hu­kukunun kabul ettiği ve biraz sonra ön:emlilerini zikredeceği­miz hak ve hürriyetler, 14 asırdan beri vardır ve tabiî bir haktır. Uygulamada görülen aksaklıklar bir tarafa bırakılırsa, umumî hak ve hürriyetlerin tamamı, Kur”an”da, sünnette,Veda Hutbesi”nde ve de Medine Anayasası”nda açıkça belirtilmiştir. Müslü­man devletler ve özellikle Osmanlı Devleti”ndeki gayr-ı müslim­lere ait ma”betler, mektepler ve mülkler, binlerce sayfa tutan eski mahkeme kararları yani şer”iye sicilleri bunun canlı şâhidi­dir. Hukukçuların Türk hukuk tarihinde ilk yazılı anayasa ola­rak vasıflandırdıkları 1876 tarihli Kanun-ı Esasî, bu hak ve hürriyetleri ilk defa kabul etmemiş, belki eskiden beri varolan bu hak ve hürriyetleri sadece yazılı hale getirmiştir. Bu husus çok önemlidir[7].
Bu kısa girişten sonra şimdi de hürriyet ve hak mefhumlarına dikkat edelim:
Batı”daki hürriyet mefhumu ile İslâm”daki hürriyet mefhu­mu çok farklıdır ve bu fark hâlâ da kendini muhafâza etmek­tedir. Batı”da ciddi manada hürriyetten ilk defa 1789 Fransız İnsan Hakları Beyânnâmesi”nde bahsedilmiş ve hürriyet “baş­kasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmektir” şeklinde tarif edil­miştir[8]. İslâm Hukukunda ise 14 asırdır bütün insanlar için ka­bul edilen hürriyet şu şekilde tarif edilmektedir: “Ne kendisine ve ne de başkasına zarar vermemek şartıyla meşrû dâirede di­lediğini yapmaktır”. Uyuşturucu madde kullanmak İslâmî ma­nada hürriyetin kapsamına girmez. Hürriyet odur ki, âdil ka­nun1ar dışında hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herke­sin hakları mahfuz kalsın ve meşrû dairede her şey serbest ol sun. İslâm”a göre insanlar hürdürler, ancak Abdullah”dırlar.
İslâmî hürriyet iki esası emreder: 1)Tahakküm ve istibdad ile baş­kasını zillet altında bırakmamayı ve 2) Zâlimlere boyun eğme­meyi. İslâm hukuku, insanın her aklına geleni ve arzu ettiğini yapması demek olan “mutlak hürriyet”i hürriyet olarak kabul, etmemekte, belki hayvanî hürriyet, şeytanın istibdadı ve nef­sin esâreti olarak vasıflandırmaktadır[9].
İslâm”ın nazarında hak mefhumunun ne olduğunu da kı­saca görelim: “İslâm’a göre, Allah katında hak, hakdır. Hakkın, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilemez”. Kur”ân, bir ma”sumun hayâtını ve kanını, hatta bütün insanlık için de olsa, rızası olmadıkça heder etmez. Yeri gel­mişken önce şahsî hak ve hürriyetler üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
1- Şahsî Hak ve Hürriyetler
İnsanın maddî, manevî ve iktisadî varlığı üzerinde sahip olduğu haklara ve hürriyetlere”şahsî hak ve hürriyetler”diyo­ruz. Bu hak ve hürriyetler, kişinin güvenliği ilkesi ile beraber yürürler. Batı”da şahsî hak ve hürriyetlerin gündeme gelmesi için, kişiyi haksız olarak tutuklanmaya karşı koruma amacını güden XVIII. yüzyıla ait bildirileri beklemek gerekir. İnsan ha­yatının, sağlığının, vücudunun korunması, namus ve şerefin muhâfazası, özel hayâtın gizliliklerinin korunması gibi şahsî hak­lar, Batı hukuk sistemlerinde ancak 19. yüzyılda gündeme gelebilmiştir. İlk defa konuyla ilgili hüküm ihtivâ eden İsviçre Medenî Kanunu bile I912 tarihlidir[10].
İslâmda ise bir taraftan Kur”an “bir masumun hayatını ve kanını, bütün insanlık için de olsa, fedâ etmez”ken, diğer taraftan Hz. Peygamber, İslâmın hak­lar bildirisi olan Veda Hutbesi”nde “Ey insanlar, bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ve” bu şehriniz yani Mekke nasıl mübârek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle mukaddestir, dokunulmazdır ve her türlü tecâvüzden korunmuştur.” buyurarak, şahsî hak ve hürriyetleri te”yid ve ilan etmiştir[11].
Burada daha sonraki tat­bikata ışık tutması açısından 1539 tarihli iki belgeden, iki mah­keme kararından bahsetmek gerekir. Bu iki belge iki önemli gerçeği gözlerimiz önüne sermektedir:
Birincisi, bu tarihlerde Anadolunun ücrâ bir köşesi sayılan Gaziantep”te böbrek ame­liyâtının yapılabiliyor olmasıdır.
İkincisi ise, günümüz hukuk sis­temlerinde bile, tıbbî müdâheleler ve ameliyât için hastanın yazılı bir basit muvafakatnâmesi yeterli görülürken, o tarihlerde yani 1539”larda dahi böyle bir muvâfakatın mahkemece karar altı­na alınması şartının aranması ve bu durumun o dönemde bile in­sanın sahip olduğu şahsî haklara verilen önemi ısrarla vurgulamasıdır.
Bu kararlardan birinde Hacı Mehmet, oğlu Satıl­mış”a velâyeten muvâfakat vermekte ve doktor Nazar oğlu Bu­dak da belli şartlarla ameliyâtı kabul ettikten sonra, mahkeme bunu tasdîk edip zabıt altına almaktadır. İnsanın ve şahsî hak­ların ne kadar önemli şeyler olarak kabul edildiğini ve her me­denî mesele gibi, şahsî haklar hususunda da Batı”yı fersah fer­sah geride bıraktığımızı, bu belgeler açıkça göstermektedir. Bu belgeler, “Kişi bilmediğinin düşmanıdır” kâidesince, geçmişi­mize ve ecdadımıza olan düşmanlığımızın cehâletimizden kay­naklandığını gözler ön üne sermektedir[12].
Güvenlik ilkesi üzerinde de kısaca durmak istiyoruz. İslâm hukukunda “berâat-ı zimmet asıldır” yani bir insanın suçluluğu isbat edilmedikçe, suçsuz kabul edilmesi esastır. 14 asır önce var olan ve Batılı devletlerin ancak XVIII. asırda kavramaya çalıştığı bu esası, Hz. Ömer şöyle açıklamaktadır: “İslâm”da hiçbir kimse haksız olarak tevk”if edilemez. Bir mahkeme kararı olmadan kimsenin hürriyeti kısıtlanamaz”[13]. İnsanlar, işledik­leri suçlardan şahsî olarak sorumludurlar. “Hiçbir suçlu, bir başka suçlunun cezasını çekemez” diyen Kur”an, suç ve cezaların şah­sîliği prensibini de getirmiştir[14].
Osmanlı Kanunnâmeleri de ka­dı ma”rifetinsüz yani kadının il”am ve hücceti (=kararı) olma­dan hiç bir cezanın infaz edilemeyeceğini, başından beri sağ­lam esaslara bağlamışlardır[15]. “Ve dahi hapis yerlerinde kefil bulunur iken hapsetmeyeler, yazıp Dergâh-ı Muallâ”ya arz edeler. Meğer ki, şenâat-ı azîme ola. Ve dahi firar ihtimali olup kefil bulunmayıcak hapsedeler.[16]”.
Rumeli”ndeki hıristiyan nüfusun çokluğunu gören ve bundan ürken Yavuz Sultan Selim”in bun­ları cebren müslüman etme tasavvuruna karşı, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi”nin “Madem ki, onlar raiyyetliği kabul etmişler. Dinimiz gereği onların can, mal ve ırzlarını kendi can, mal ve ırzlarımız gibi korumakla mükellefiz. Bu yolda onlara cebret­mek, dinimize muhâliftir” diyerek, hem gayr-i müslimlerin dahi şahsî hak ve hürriyetlerine gösterdiğimiz hürmeti ve hem de şer”î sınırlar içinde kalmak şartıyla, din ve vicdan hürriyetine gösterdiğimiz saygıyı ifade etmektedir. 150 kişiyi kadı kararı ol­madan tutuklayan hiddetli Padişah Yavuz”a karşı “”Şer”e uygun hareket ediniz. Yoksa büyük azap seni bekliyor” diyen de yine Zenbilli”dir[17].
Bu zikredilenler ba”zı misâllerdir. Bütün ayrıntılarıyla-şahsî hak ve hürriyetlerin tarihî gelişimini, burada özetlemek bile mümkün de ildir. İslâm hukuku başta özel hayatın gizliliği ol­mak üzere bütün şahsî hakları, meşrû” dairede tesbit etmiş ve korumuştur. Kur”ân, mesken dokunulmazlığı gibi bir şahsî hakkı bile bütün teferruatıyla düzenlemekte ve bu asrın hukukçularına dahi parmak ısırtacak medenî ve insanî hükümler vaz” et­mektedir[18].
2- Eşitlik ve Anlamı
Temel hak ve hürriyetlerin en önemlilerinden olan eşitlik üzerinde de kısaca durmak istiyoruz. 1809”larda kadının insan olup olmadığını tartışan Avrupa”nın, eşitlik kavramını, XIX. ve XX. asırlarda sözlüğüne aldığını belirttikten sonra şu gerçeği ifade edelim:
Bütün insanların istisnasız her konuda eşit seviyede olması ve aynı şartlara tâbi olmaları demek olan mutlak eşitlik, İslâmın anladığı manada eşitlik değildir. Zira eşitlik, fazilet ve şeref­de değil, hukukda söz konusudur. Yani kanun önünde eşitlik esastır. Mutlak eşitliği savunmak, insan fıtratını değiştirmekle mümkündür. İslâm tarihinde ve bütün Türk devletlerinde, pa­dişahlarla fukaraların diz çöküp aynı mahkemede yargılanması; Hz. Ömer”in adaleti zamanında âdi bir hristiyanla ve Hz. Ali’nin âdi bir yahudi ile yargılanması,İslâm Hukukunda adâletin haktan başka hiçbir şeye âlet edilmediğini ve edilemeyeceğini göstermektedir[19]. Karıncaya bile ayak basmayınız diyen bir hu­kuk sistemi, elbette ki insan haklarını ihlâl edemez. Hz. Pey­gamber kanun önünde eşitliği şöyle formüle etmektedir: “Siz­den önceki milletlerin mahvolmasının sebebi şudur: İçlerinden şerefli biri hırsızlık edince, onu cezasız bırakırlar; zayıf birisi hırsızlık edince, onu cezalandırırlardı. Allah”a yemin ederim ki, Mu­hammed”in kızı Fatıma da hırsızlık etse, elini ben keserdim ve cezasız bırakmazdım”[20]. İslâm hukukunun kamu hizmetlerine girme eşitliği ve fırsat eşitliğini de benimsediğini sadece belirt­mekle yetinelim.
3- İktisadî ve Sosyal Haklar ve Hürriyetler
İslâm hukukunda iktisadî ve sosyal hak ve hürriyetler de, 14 asırdan beri, kendine has özellikleri ile kabul edilmiştir. Biz misâl olarak sadece mülkiyet hakkı üzerinde duracağız. Fran­sız ihtilâlinden önce Batı”da günümüzdeki anlamıyla mülkiyet hakkı yok iken, İslâm Hukuku, mülkiyet hakkının tabiî ve do­kunulmaz bir hak olduğunu 14 asırdan beri kabul etmektedir[21].
Kur”an”ın beyânlarından ve hadisin izahlarından İslâm”da özel mülkiyet hakkının bulunduğunu ve korunduğunu öğreni­yoruz. Zaten uygulama da bunu doğrulamaktadır. Hz. Ömer”­in zamanındaki şu hâdiseyi kısaca özetlemekte yarar vardır: Şam valisi bir caminin genişletilmesi için çevredeki arsaları, mâliklerinin rızası ile kamulaştırır. Sadece bir yahudi buna razı olmaz. Ona da zorla bedelini vererek arsayı alır. Durumu Hz. Ömer”e götüren yahudi, Halife”nin kendisine kemik üzerine “Ben Nûş-i Revan”dan daha az âdil değilim” yazısı yazılı fermanını vermesi üzerine, hem Ömer”in durumunu küçümseyerek ve hem de ümit keserek alır. Ancak mektubu eline alıp bakan ve hemen kendisinden özür dileyen valinin durumu, onu hayrete düşürür. Durumu ve İslâm”ın kalplerdeki manevî nüfûzunu validen so­rarak öğrenen yahudi, çareyi müslüman olmakta bulur.
Bu an­latılan, bir masal değildir, belki dünya hukuk tarihinde eşine az rastIanır bir hukukî olaydır. Benzerlerini görmek isteyenler, sayfaları yüzbini bulan eski mahkeme kararlarına yani şer”iye sicillerine mürâcaat edebilirler. Yorgi”ye karşı Ahmed”i ve Dimitriyos”a karşı Mehmed”i mahkûm eden kararları okuyanlar, kanun önünde eşitliğin ne demek olduğunu daha iyi öğrenir­ler[22].
4- Din ve Vicdan Hürriyeti
Dünyada tek bir siyasî görüşün ve inancın hâkim olduğu devlet yoktur. Bu sebeple İslâm hukuku, şer’î sınırlar içinde kal­mak, asâyiş ve emniyete zararı dokunmamak şartıyla, “hiç kim­se vicdanı ve kalbiyle kabul ettiği bir fikirden dolayı mes”ûl olamaz” esasını kabul etmektedir. “Dinde ikrâh yoktur” şek­lindeki Kur”ân”ın esası, İslâm”dan dönen mürtedler ve müşrik­ler dışında, bütün gayr-i müslimler için geçerlidir. Bazı istisnâî hükümlerin dışında gayr-i müslimlerin can, mal, namus ve şe­refleri müslümanlarınki gibi dokunulmazdır. Bu dediklerimize İstanbul”daki kiliseler, havralar, mezarlar, arşivlerimizdeki bel­geler ve fermanlar, canlı şahitlerdir[23].
5- Tanzimat Fermanları Ne Getirmiştir?
Temel hak ve hürriyetlerin, İslâm hukukunda 14 asır ön­ceden beri var olduğunu, bazı misallerle arzetmeye çalıştık. Bu­rada bir yanlışı da düzeltmek istiyoruz. O da, sanki Türk hu­kuk tarihinde hak ve hürriyetlerin 1839 tarihli Tanzimat, 1856 tarihli Islâhat ve 1876 tarihli Kanun-ı Esasî ile, o da eksik ola­rak kabul edildiği kanaati yayılmak istenmiş ve istenmektedir. Halbuki yapılan izahlar gösterdiği ve daha önce de işaret etti­ğimiz gibi, bu fermanlar ve anayasa, eskiden beri var olan hak ve hürriyetleri, sadece yazılı hale getirmiş ve yazılı üslûbunda da Avrupa”yı körü körüne taklit yoluna gitmiştir. Zira bunların ilan edildiği XIX. asırda Avrupa”da ve İslâm Hukukunda huku­kun ne durumda olduğunu yukarıdaki izahlar gösterdi. Ancak bunu te”yid açısından Hollandalı bir hukukçunun Iİ. Abdülha­mid’e 1895 yılında söylediği şu cümleleri buraya aynen alıyo­ruz. (Belge arşivimizde saklıdır.)
“İslâm hukukunda bir çok hukukî hükümler vardır ki, ba­zıları pek yakın bir vakitte Avrupa”ya girebilmiş ve daha birçok hükümler vardır ki, asrımızdan sonra girecektir. Bu iddiamıza delil olmak üzere aşağıdaki şer”î hükümleri saymak yeterlidir. Ehlî hayvanların himaye ve korunması; borçlu borcunu ifa et­mediği takdirde hapisle tazyiki; mahkemelerde davaların mec­canen görülmesi; evli bir kadının kocasına müracaat etmeksi­zin tasarrufunda bulunan mal varlığını istediği gibi idare etme­si; boşanmanın kolaylığı; müslümanların ve gayri müslümlerin kanun önünde eşitliği; sorgulamalarda sanıklardan ikrar ve i”­tiraf gibi beyanlar almak için işkence icrasının kesinlikle yasak oluşu ve benzeri hükümler gibi…[24]”.
Buna göre Tanzimat Fer­manlarıyla ilgili şunları söylemek mümkündür: 1839 tarihli ferman, şer i hükümlerin icra edilmemesinden dolayı devletin felâketlere sürüklendiğini, bunların icrası için yeni hukukî düzen­lemeler yapılması gerektiğini ve özellikle can, mal ve namus güvenliği için askerî, cezaî ve malî düzenlemelerin yapılması icabettiğini vurgulamaktadır ki, zaten İslâm hukukunda aksi söz konusu değildir.
1856 tarihli Islâhat Fermanı ise,bütün müslü­man Osmanlı teb”asınca tahribât fermanı olarak vasıflandırılmış ve sadece gayr-i müslimlere imtiyaz verilmesi için Batılı devlet­lerin siyasî baskısı sonucu kabul edilmiştir. Zira muhtevasında istenen haklar, zaten İslâm hukukunda vardır. Arzu edilen,gayr-i müslimlerin İslâm devletinde hâkim sınıf haline gelmeleridir ve maalesef zamanla gelmişler ve Osmanlı Devleti”ni yıkmışlardır.
1876 tarihli Kanun-i Esasi’nin ise, eskiden beri var olan hak ve hürriyetleri, Batılı devletlerin istediği üslûpla yazılı hale geti­rilmesinden ibaret olduğunu görüyoruz. Din ve vicdan hürri­yetini kayıtsız kabul eden 11. maddesinin ise İslâm hukukuna aykırılığı da söz konusudur.
Netice olarak Tanzimat”tan sonraki gelişmelerin,Avrupalı devletlerin, Osmanlı Devleti”ndeki hak ve hürriyetleri, müslü­manlar aleyhine daraltmak ve gayr-ı müslimler lehine geniş­letme gayretlerinden öteye gitmediğini, Avrupalı hukukçular­da kabul etmektedirler.
IV-GÜNÜMÜZDE DURUM VE SONUÇ
İnsan hak ve hürriyetleri için günümüz dünyasında dernekler kurulduğu, anayasada hükümler derc edildiği ve hukuk devletinden her zemin ve zamanda dem vurularak bahsedildiği halde, işin sözde kaldığı gayet açık ve ortadadır. Zira tatbikat, nazariyâtı yalanlamaktadır. İlk defa bir zencinin başkan yardımcısı oluşunun dünya televizyonlarının ilk haberini işgal ettiği Amerika”nın veya dinlerini yaşadıkları için zindanlarda yaşayan binlerce müslüman Türk”ün bulunduğu Rusya”nın gerçek manada ve İslâm”ın anladığı şekilde insan hak ve hürriyetlerine saygılı oldukları söylenebilir mi? Ben, günümüz dünya ve Türkiyesi”nde insan hak ve hürriyetlerinin izahı ve kullanılmasında çifte standart uygulandığını bazı müşahhas misâllerle gösterece­ğim :
Birinci misalim, Avrupa”dandır. Her zemin ve zamanda in­san hak ve hürriyetlerinden bahseden Batılı devletler, bu sözlerinde samimi değillerdir. Onlar için, insan haklarından sadece hıristiyanlar yararlanır. Yani bu konuda çifte standarda sahiptirler. Bunun son misali 53 yaşında müslüman olmuş İtalyan Michele Tridente”nin Bari”de bir İslâm merkezi açması karşısındaki tutumlarıdır. 13 Şubat 1989 tarihinde bir Türk ün­versitesi rektörüne yazdığı yazıda aynen şöyle diyor: “Burada kâfirler, bana öldürücü darbeyi vurmak için uğraşıyorlar. Allah yardım edip önlemez ise, çok büyük bir ihtimal ile yaşamak istediğim Türkiye”ye göç etmek mecburiyetinde kalacağım”[25].
İkinci misalim, Türkiye”dendir. Anayasanın 24. maddesi açıkça din ve vicdan hürriyetini düzenlediği halde, sırf dinî inançlarından dolayı başını örten müslüman kızların baş örtüsüne, kanunlara ve Anayasa”ya aykırı olarak yasak konmak isteniyor. Anayasa mahkemesi de, hukukî bir  kararla değil, tamamen siyasî ve anayasaya aykırı bir kararla bu isteği emir kabul ederek işlemler yapıyor. Türk hukukçularından bu kararın hukukî olduğunu söyleyen çıkmaz kanaatindeyim. Gerekçe de çok enteresandır: Komşu bir ülkenin tahriki ve irtica. Şunu önlemle belirteyim ki, Türk Milleti Müslümandır ve müslümanlığında, 10 asırdır kendisine ayak bağı olmak isteyen bir milleti model alacak kadar ahmak değildir.
İrticâ konusunun da insan hak ve hürriyetleri konusundaki çifte standartlığın bir neticesi olarak ele alındığı kanaatindeyim. Türkiye”de şu anda iki çeşit irtica vardır: Birincisi, 1950 öncesi uygulanan siyasî ve sosyal irtica yani gericiliktir. Bu zihniyete göre, tıpkı beşerin ilkel hayatındaki durumlar gibi, demokrasi, sayıları kendilerince tesbit ve tayin edilen belli şahıs ve makamların hakimiyeti demektir. Hâkimiyet, millet işe karışmamak ve idarede dahili bulunmamak kaydı şartıyla milletindir. Bunlar, siyaseti dinsizliğe âlet yaparlar ve bir fikir akımından veya bir sosyal grupdan herhangi bir ferdin hatâsıyla o grubu ve akımı tamamen mahkûm ve mes”ûl addederler. Anadolu kadınının sadece dinî inancından dolayı başını örtme­sini, komşu bir ülkenin ölçüsüz hareketlerini bahane ederek, yasaklamak isteyenler, bu manada gericidirler. Bu zihniyete göre, hak ve hürriyet kendilerinin istediği şekilde olursa hak ve hürriyetdir. İkincisi, müslüman olanlara ve devletine sadakâtla bağlanıp milletini Avrupa”nın dilenciliğinden kurtarmak isteyenlere, haksız olarak vurulan irtica damgasıdır. Eğer müslüman ol­mak gericilik sayılıyor ise, bütün dünyaya ilan ediyorum ki, Türk milleti Müslümandır yani onlara göre gericidir ve kıyamete kadar da müslüman kalacaktır.
Sırp Kralı George Brankoviç”in din hürriyeti konusundaki sorusu üzerine “sulh ile itaat ederseniz, her caminin yanında bir kilise inşa edilecek, buralarda herkes Hâlıkına ibadet edebilecek” diyen Fatih”in ve Fener”de Abdi Subaşı Mahallesi”ndeki caminin yanında Rum Patrikanesine, Edirnekapı”da Mihrimah Sultan Camiinin hemen karşısında bir Rum kilisesinin inşasına müsâade eden müslüman ecdâdımızın insan hak ve hürriyetleri anlayışı nerede? Her hususda olduğu gibi bu konuda da anlayışlı olmayı kendilerine şiar edinenlerin anlayışı nerede?
 [1]   Akın, İlhan F., Kamu Hukuku, İstanbul 1987, sh. 277 vd.
[2] Akın, 280-287; Sıbaî Mustafa, El-Mer”e (Terc. İhsan Toksarı), İstanbul 1969, sh. 21.
[3]   Akın, 287-292.
[4]   Sıbaî, 20; Gürkan, Ahmet, İslâm Kültürünün Garbı Medenîleştirmesi, Anka­ra, sh. 136; Akın, 292 vd.
[5]   Meselâ bkz. Akın, 298 vd.
[6]   Sıbaî, 19.
[7]  Cin, Halil/Akgündüz, Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, Konya 1989, C.l, sh. 152-153.
[8]   1989 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyânnâmesi, md. 21.
[9]   Armağan, Servet, İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1987, sh. 71 vd.
[10]   İmre, Zahit, Medenî Hukuka Giriş, İstanbul 1976, sh. 89 vd; Akın, 321 vd.
[11]   Kur”an, Mâide, 32; Tecrid-i Sarih, IV/4I2, IV/334, X/389, 395; Armağan, 82 vd.
[12]   Akgündüz, Ahmet/Hey”et, Ser”iye Sicilleri, İstanbul 1988, C. l, sh. 224 vd.; Akgündüz, İslâm Hukukunda Şahsî Hakların Korunması, Sızıntı, sy. 121, 1989 Şubat, sh. 8-10.
[13]   Armağan, 89.
[14]   Kur”an, Fâtır, 18.
[15]    Osmanlı Kanunnâmesi, İ.Ü. Ty. 1807, vrk. 8/b.
[16]   IV Murad Kanunnâmesi, Sül. Kütp., Esat. Ef. 2362, vrk. 35/b.
[17]  Engin, Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-ı Belediye, C. l, sh. 217-218, 236-237.
[18]   Geniş bilgi için bkz. Kur”an, Nur, 27; Bakara, 189; Armağan, 90 vd.
[19]   Ergin, Mecelle-i Umûr, 1/218 vd.
[20]   Armağan, 19 vd.
[21]    Krş. Akın, Kamu Hukuku, 332 vd.
[22]  Ergin, Mecelle-i Umur, 1/226 vd.; Armağan, 170 vd.; Akgündüz, Şer”iye Sicilleri, 1/2 vd.
[23]   Akgündüz, Gayr-ı Müslimlere Nasıl Davrandık?, Zafer, sy. 133, Ocak 1988, sh. 12 vd.
[24]   BOA, YEE, 14-1540, sh. 18 vd.
[25]    13 Şubat 1989 tarihli mektubu ve İtalyan basın organları.
Bunu Paylaş

Comments are closed.