Fâtih Sultân Mehmed’in Hurûfîleri koruduğuna dair iddialar var. Bu iddiaların aslı nedir?

Bunu Paylaş
Hurûfîlik, 1394’de idam edilen Fazlullah Esterâbâdî tarafından kurulan ve Bâtınîliğin kolu olan bir bâtıl mezhepdir. 14. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış, 15. ve 16. asırlarda Anadolu ve Rumeli’de ciddi etkiler yapmış ve hatta Fâtih zamanında Saray’a kadar girmeye çalışmıştır. Bunların en önemli bâtıl inançları, harflere bazı manalar yüklemenin yanında, hulûl inancı ve buna bağlı olarak mehdîlik anlayışıdır. Bunlara göre, Fazlullah Allah’ın mazharıdır; yani hâşâ Allah Fazlullah’ın bedeninde görüntülenmektedir ve kıyamet gününe yakın, Müslümanları, Hıristiyanları ve Yahudileri kurtaracak Mehdi olduğuna inanılmaktadır. Maalesef, bu görüşleriyle, Anadolu ve Rumelideki Bayrâmî Melâmîlerini, Kalenderîleri, Bektaşîleri ve Kızılbaşlığı derinden etkilemiştir.
 Hurûfîliğin Anadolu’da yayılmasına sebep Azerî şâiri İmâdüddin Nesîmî (ö. 1408)’dir. Nesîmî, Anadolu’da çok sayıda halife yetiştirdiği gibi, kendisi de Hacı Bayram Veli ile dahi görüşmeye çalışmıştır. Fazlullah-ı Esterâbâdî’nin halifelerinden biri, Edirne’de iken genç Sultân Fâtih’i etkilemek için Saraya yerleşecek kadar ileri gitmiştir. Bundan rahatsız olan ve Fâtih’in bunları tanımamasından korkan Veziriazam Mahmûd Paşa, hemen büyük âlim Müftü Molla Fahreddin-i Acemî’yi devreye sokmuş ve bu büyük âlim de bunların hulûl inancına sahip olduklarını bildiğinden dolayı, Padişah huzurunda bu meseleyi tartışmak üzere bir zemin hazırlamıştır. Hurûfîlerin gerçekten hulûl inancına sahip oldukları anlaşılınca, hemen tutuklanmışlar ve haklarında verilen idam edilerek yakılmaları fetvâsı hemen tatbik edilmiştir. Bundan sonra 16. yüzyıl boyunca Anadolu ve Rumeli’de Hurûfîlerin takibatı devam etmiştir.
 Netice itibariyle tamamen kötü niyetlerle genç Padişah’a sokulmak isteyen bu fitne ve dalâlet grubu, Allah’ın da yardımıyla, en küçük bir zarar vermeden Saray’dan ve Osmanlı akîde dairesinden silinmiştir. Fâtih’in onları koruması diye bir şeyin olmadığı yapılan izahlarla ortaya çıkmış bulunmaktadır. Hatta fetvâyı veren Molla Fahreddin-i Acemî’nin Ali Tûsî’ye olan şu vasiyyeti her zaman için bir ibret dersi olarak kalmıştır: “Avâmın sırtından şerî’at asasını eksik etme”. Şunu da ifade edelim ki, Türkiye’de belli çevreler, ısrarla ve kasıtlı olarak, bâtıl bir mezhep olan Hurûfîlik ile ilm-i cifiri birbirine karıştırmaktadırlar. Halbuki ikincisi bir ilimdir ve İbn-i Kemal çok açık bir şekilde bir Risâlesinde bu farkı açıklamaktadır.
 Bütün ilim tarihçilerinin -özellikle Müslüman âlimlerin- ilimlerin tasnifinde kendisinden bahsettikleri “cifir ve câmia ilmi“ diye bir ilim vardır. Bu ilim, bazı câhiller tara­fından suiistimal edilmiş olsa bile, tamamen inkârı da müm­kün değildir. Cifir, kaza levhası; câmia ise kader levhası de­mektir. Kısaca Allah”ın kader ve kazâ levhlerinde olmuş ya­hut olacak bazı şeyleri, yine Allah”ın koyduğu işaret ve gös­terdiği yollarla ortaya çıkarma ilmine cifir ilmi denir. Bu il­min Hurûfîlik, nüshacılık ve üfürükçülükle ilgisi yoktur. Çünkü İmam-ı Gazâlî ve İbn-i Kemâl gibi bu ilmi hakkıyla bilen zatlar tara­fından da kullanılmıştır. Hz. Ali”nin, bu ilmi Resûlullah”dan öğrendiği nakledilmektedir. Son asırda bu ilmi hakkıyla kul­lananlardan biri de, Bediüzzaman”dır. Kur”ân, “Beldetün Tayyibetün“ ifadesiyle İstanbul”un fethine işaret ettiği gibi, Mu”avvizeteyn sûresiyle de 1971 hâdiselerine işaret etmiş­tir. Birinciyi ilim, ikinciyi ilmin dışında kabul etmek, bir başka câhilliktir. İbn-i Kemâl bu ilmin ehemmiyetini “Er-Risâlet”ül-Münîre“ adlı eserinde şöyle belirtmektedir:
“Büyük evliyâların kerametleri de böyledir. Müşkil ve zor meselelerin istihrâcı gibi. Yani evliyâlar, Kur”ân âyetlerinden, hatta her kelimesinden ve harfinden ve hatta Resûlullah”ın hadislerinden bazı mühim ve müşkil hakikatları istihrâç etmişler­dir. Bu onlara ilhâm nuruyla müyesser olur (sh.8)”[1].
[1] Âlî, Künh’ül-Ahbâr, c. V, sh. 182-183; Mecdî Efendi, Hadâık, c. I, sh. 82; Koca Müverrih Hüseyin, Bedâyi’ul-Vakayi’, Moskova 1961, I, vrk. 153/b-154/a; Ocak, Zındıklar ve Mülhidler, sh. 131-135; Kâtip Çelebi, Keşf-üz-Zunûn, c. 1, sh. 591-592; Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, İstanbul 1960, muhtelif yerler; Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, c. II, sh. 40-53; Pakalın, Mehmed Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü I-III, İstanbul 1983, c. I, sh. 856-858.
Bunu Paylaş

Comments are closed.