Dursun Gürlek
Yıldırım Bayezid Han, ilk erkek çocuğu dünyaya gelince çok sevindi. Duyduğu bu büyük mutluluğu paylaşmak istedi. “Bugün Bursa”da bir erkek çocuğu olan herkese ulufe verilecektir!”” diye her tarafa ilan ettirdi. Bunun üzerine, Hisar mevkiinde bulunan sarayın kapısına seksen yaşında bir kadın geldi ve bağırmaya başladı:
-Ulufemi isterim, çünkü benim de bir oğlum oldu!
Saray mensupları yaşlı kadını başlarından savmaya çalışırken, iş Yıldırım Bayezid”e aksetti. Padişah, ””Hemen gidin, çocuğu görün”” diye emir verdi.
Kadıncağız, saray mensuplarını şehrin dışında, bahçeliklerin içinde küçük bir kulübeye götürdü. Kapısının önündeki narin çınar fidanını göstererek şöyle dedi:
-İşte padişah efendimizin şahzadesinin dünyaya geldiği gün diktiğim fidan! Benim gibi bir ihtiyarın çocuğu da bu!
-İşte padişah efendimizin şahzadesinin dünyaya geldiği gün diktiğim fidan! Benim gibi bir ihtiyarın çocuğu da bu!
Böyle ince ve zarif bir buluştan çok hoşlanan Yıldırım Bayezid, çınarın anasına da ulufe bağlattı.
Yaklaşık altı asırdan beri ayakta durmayı başaran ve Osmanlı tarihinde “maaş bağlanan ağaç”” unvanını alan bu ulu çınar Bursa”da halen varlığını koruyor, içine bir taksi sığan kocaman gövdesiyle ziyaretçileri kendine hayran bırakıyor.
Osmanlı devletinin ilk başkentlerinden Bursa”da olduğu gibi, İstanbul”da da asırlık çınarların, şehri adeta bir ağaç cenneti haline getirdiğini görüyoruz. Özellikle Boğaziçi”nin ulu çınarları “Nehr-i Aziz””in hem Anadolu, hem Rumeli yakasını kelimenin tam anlamıyla süslüyordu. Kalın ve iri gövdeleriyle yüz yıllara meydan okuyan bu çınarların resmettiği muhteşem manzaraları, Batılı seyyahlar bile hatıralarında büyük bir hayranlık duygusuyla dile getiriyorlar.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, asıl İstanbul”u teşkil eden sur içi de bir zamanlar çınar ağaçlarıyla, at kestaneleriyle doluydu. Ne yazık ki bunların bir kısmı mukadder ömürlerini tamamlayarak ve özlerinden çürüyerek ortadan kayboldu. Geriye kalanların bir bölümünü de bizler hoyrat ellerimizle yok ettik. 1957-1958 yılları arasında Laleli-Aksaray bulvarı genişletilirken, çok sayıda çınar ağacı katledildi. Aynı katliam Bayezid meydanında da yapıldı ve bu tarihi alanı süsleyen koca koca çınarlar kesilerek yerlerine setler yapıldı. Gülhane parkının karşısındaki tarihi çınar ise böyle bir faciadan kendini kılpayı kurtarabildi. 370 yıldır ayakta kalmayı başaran bu anıt ağaç bir zamanlar Zeynep Sultan Camii”nin duvarına bitişikti. Tramvay caddesi genişletilirken bu ağaç, yolun tam ortasında kaldı. Hala üstünde görülen taş, adı geçen caminin duvarına aittir.
Hemen belirtelim ki İstanbul çınarlarının en muhteşemleri genellikle selatin camilerinin avlularında boy gösteriyorlar.
İri ve diri yapraklarıyla, serin ve derin gölgeleriyle bu uhrevi mekanları daha cazip bir hale getiriyorlar. Kısacası, onlar mabetlerin çevrelerine hakikaten çok güzel yakışıyorlar. Şadırvanlarda şakıyan sular, yaprakların hışıltısına tatlı bir ahenk veriyor ve siz bu muhteşem manzarayı seyrederken geçmiş zamanın dağlarına ve bağlarına hasret yolculuğuna çıkıyorsunuz. Eyüp Sultan Camii”nin iç ve dış avlularından görülen ve Fatih Sultan Mehmed ile Üçüncü Selim tarafından dikilen çınarları temaşa ederken Ebu Eyyub el-ensari hazretlerinin ruhaniyetini üzerinizde hissediyorsunuz. Kadıköy Osman Ağa Camii”nin avlusundaki çınarın kitabesi ise şöyle: ””Bu çınarı gars eden (diken) işbu Babüssaade Ağası merhum Buharızade Osman Ağa Camii Şerifi imam ve hatibi es-Seyid Mehmed Asım daileridir. Hicrı: 25 Rebiülahir 1298/ Rumi: 14 Mart 1297 / Miladı: 1879. Yevm-i Cumartesi””
Bazı çınarların ise önemli vak”alarla birlikte anıldıklarını tarih kitaplarından öğreniyoruz. Bir zamanlar Ayasofya ile Sultanahmet Camii arasında bulunan ””Kanlı Çınar”” işte bunlardan biriydi. Ona bu adın verilmesine sebep olan birkaç tarihi hadiseden kısaca söz edelim.
Yıl 1648. Sultan İbrahim”i tahtından indirmek için ayaklananlar, ilk önce sadrazam Ahmet Paşa”yı yakaladılar ve vezir Sofu Mehmed Paşa”nın Şehzadebaşı”ndaki konağına götürdüler. Sofu vezir, Ahmet Paşa”ya iyi davrandı, istirahat etmesi için kendisine harem tarafında bir oda tahsis etti. Ama bir yandan da Şeyhülislama haber göndererek katli için fetva aldı. Bu arada, hayatını kurtarmak şartıyla Ahmed Paşa”dan bütün malını mülkünü istedi. Buna dünden razı olan Ahmed Paşa, bütün servetini bağışladıktan sonra odasından alındı, aşağı indirildi. Cellat Kara Ali kendisini boynuna kement atarak boğdu.
Beygire bağlanan Ahmet Paşa”nın cesedini sürükleye sürükleye Sultanahmet meydanına getirdiler ve meşhur Çınarın altına bıraktılar. Asıl facia bundan sonra ortaya çıktı. Yeniçeri kıyafetine bürünen bir eşkıya, ””insan yağı, mafsal ağrılarına iyi gelir!”” diye etrafa haberler uçurdu. Zavallı sadrazamın cesedini parça parça edip beşer onar akçe karşılığında satmaya başladı. O gün cesedin geriye kalan parçaları alınarak gömüldü. işte bundan sonra sadrazam Ahmed Paşa ””Hezarpare””, ””yani bin parça”” diye anılmaya başlandı.
Kanlı çınarın şahit olduğu ikinci hadise ise şöyledir:
Yıl 1655. Girit”ten dönen yeniçeriler paralarını alamadıkları için isyan çıkardılar. Sarayın önüne büyük bir kalabalık toplandı. Asiler, idamını istedikleri şahısların listesini Dördüncü Mehmed”e ulaştırdılar. Padişah Kızlar Ağası”nı, Kapı Ağası”nı, müsahibini derhal boğdurttu. Cesetleri duvarın üstünden isyancıların ortasına attılar. Bunlara daha başka cesetler de ilave ettiler. Gözü dönmüş asiler, bu cesetlerin başlarını keserek, Sultanahmet meydanındaki bu ünlü çınarın dallarına astılar. Günlerce teşhir ettiler. Bu feci manzarayı seyreden halk büyük bir dehşete kapıldı. İstanbullular, dalları insan kafasıyla dolu bu ağaca, eski bir efsaneyi hatırlayarak, ””Şecere-i Vakvak””, ””Vakvak Ağacı”” adını verdiler.
Yıl 1655. Girit”ten dönen yeniçeriler paralarını alamadıkları için isyan çıkardılar. Sarayın önüne büyük bir kalabalık toplandı. Asiler, idamını istedikleri şahısların listesini Dördüncü Mehmed”e ulaştırdılar. Padişah Kızlar Ağası”nı, Kapı Ağası”nı, müsahibini derhal boğdurttu. Cesetleri duvarın üstünden isyancıların ortasına attılar. Bunlara daha başka cesetler de ilave ettiler. Gözü dönmüş asiler, bu cesetlerin başlarını keserek, Sultanahmet meydanındaki bu ünlü çınarın dallarına astılar. Günlerce teşhir ettiler. Bu feci manzarayı seyreden halk büyük bir dehşete kapıldı. İstanbullular, dalları insan kafasıyla dolu bu ağaca, eski bir efsaneyi hatırlayarak, ””Şecere-i Vakvak””, ””Vakvak Ağacı”” adını verdiler.
Yıl 1826. İkinci Mahmud, yeniçerileri çok kanlı bir şekilde ortadan kaldırmak için harekete geçti. O zamanki adıyla ””At Meydanı””nda ele geçirilen yeniçeriler Sultanahmet Camii”nin mahfilinin altında bulunan taş odada boğduruldu ve cesetleri meşhur çınarın altına sürüklendi. Ağacın dalları, sanki meyva yerine insan vermişti. Şair izzet Molla bu manzarayı tasvir eden şöyle bir şiir söyledi:
Bir zaman ehl-i fitne cami-i han-ı Ahmed”de
Bigünah asmış iken kullanm Hallakın
Şimdi erbab-ı şekamn dökülüp kelleleri
Meyva vaktine yetiştik Şecere-i Vakvak”ın
Bigünah asmış iken kullanm Hallakın
Şimdi erbab-ı şekamn dökülüp kelleleri
Meyva vaktine yetiştik Şecere-i Vakvak”ın
Bugün park olan sahada bir zamanlar dallarını göklere yükselten bu ulu çınar, nam-ı diğer ””Şecere-i Vakvak””, ””bak bak””, ne kanlı olaylara şahit oldu!
Şimdi gelelim tarihi bir çınarın hazin hikayesine. Topkapı Sarayı”nın birinci avlusunda bulunan ve Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar ayakta kalmayı başaran bu çınar ağacının tarihi oldukça eskiye dayanıyor.
O devirde Fatih’in sarayından bir cariye kaçmaya teşebbüs etti.
Sarayın alçak olan duvarından atlayarak, yola koyuldu. Tam bu çınarın yanında bir adama rastladı. O zat, cariyeyi yüzüne bile bakmadan çınarın kovuğuna sakladı. Durumu Babüssade Ağası”na bildirdi.
Sarayın alçak olan duvarından atlayarak, yola koyuldu. Tam bu çınarın yanında bir adama rastladı. O zat, cariyeyi yüzüne bile bakmadan çınarın kovuğuna sakladı. Durumu Babüssade Ağası”na bildirdi.
Padişah, cariyenin kötü bir niyet taşımadığını, böyle namuslu bir adam tarafından saklanıp saraya bildirildiğini haber alınca o zatı huzuruna çağırdı. Kendisinden bir istekte bulunması için emir verdi. O da çınara yakın bir yerde bir ocak kurdurmasını ve bazı hizmetlerin buraya verilmesini talep etti. Padişahın emriyle oraya ””Kız Bekçileri”” adıyla bir ocak kuruldu. Bu isim daha sonra ””Koz Bekçileri””ne dönüştü. Kırk neferin görev yaptığı bu ocak sarayın bir nevi karakoluydu.
Ata Tarihi”nde hakkında yeteri kadar bilgi verilen bu Çınarı ve Kız Bekçileri”ni Avrupalı yazarlar seyahatnamelerinde dile getiriyorlar.
Eski Müzeler Müdürü Halil Edhem Bey, Haziran 1928 tarihli Osmanlıca ””Yeni Kitap”” dergisinde ””İstanbul”da Bir Abide-i Tabiatın Ufulü”” başlığıyla yayımladığı bir makalede bu çınarın hazin macerasını şöyle dile getiriyor:
””Bu harikulade bir çınar ağacıdır. En son kalan iki zayıf dalının uçları işbu 1928 yılının ilk baharında biraz yeşerir gibi oldu. Fakat ilk sıcakların tesirine mukavemet edemeyerek ömrüne hatime çekti. Topkapı Sarayı”nın birinci meydanından geçenler, Darphane yakınında Soğukçeşme kapısına doğru inen bu yokuşun başında, duvardan örülmüş dört kö şe bir direğe dayanmış ve ancak bir kabuktan ibaret kalmış olan bu salhurde (çok yaşlı) ağacın enkazını el”an görebilirler. Dalları daha önceleri o civarı hemen ihata ederdi. Uzun boyu göklere yükselmişti. Yanında bulunan eski Hazine-i Hassa”nın damını bile geçmişti. Gövdesinin kalınlığı tam yirmi metreydi. Çınarların büyük bir bölümünde görüldüğü gibi, içinde bir boşluk meydana gelmişti. Fakat bununki başka türlüydü. dağlık mahallerdeki koca bir kayanın yarığına benziyordu. insan, içeride büyük bir mağara var zannediyordu. On on beş kişiyi içine alacak kadar genişti. Doğu tarafına doğru yükselen kalın bir dalının içinden fabrika bacası gibi bir kovuk meydana gelmişti. Çocuklar bunun içinden geçip yukarıdaki düz yerinde oturuyorlardı.
Bu ağaçta bir şahsiyet, hususi bir seciye görülüyordu. Kabuğu kalın, çukur yerlerinde içeri doğru kıvrılmış, yaşının gereği, üzerinde türlü şekillerde kabartılar ve yumrular meydana gelmişti. Geçmiş zamanın her türlü olayına şahit olmuş, soğuğunu sıcağını görmüş, eşi az bulunan harika bir sanat eseriydi. Nice kereler önünde durup acayip şekillerini büyük bir hayret içinde seyrederdim. Üst kısmından, kim bilir ne zaman, pek büyük dalları kırılmış, yine sürmüştü. Bir dalı dimdik yükselmişti. Fakat yaklaşık yirmi beş sene önce İstanbul”un üzerinden geçen müthiş bir kasırga, çınarın yarısını kopardı. Bu kederli hadiseden sonra ilk ziyaretimde lisan-ı hal ile guya ömrünün sona ermekte olduğunu ima ediyordu. Askeri Müze”ye doğu yönelen uzun ve kalın bir dalı kalmıştı. Bunun kendi ağırlığına dayanamayacağı anlaşıldığından, altına evvela ağaçtan bir destek kondu, sonra bunun yerine güzel bir granit sütun yerleştirmiştik. Fakat bir kaç sene sonra ve yine bir fırtına neticesinde, o dal da kırılarak sutunla birlikte yere düştü.
Daha çok yaşar diyenler oldu. Fakat ağacın üstüne artık seneler, asırlar çökmüştü. Beli bükülmüştü. Son zamanlarını yaşadığına şek ve şüphe bırakmıyordu. Kalan kısımlarını koruma amacıyla, şimdi görülen duvardan istinat taşını yaptırdık. Etrafına yüksek bir set çektirip içini taze toprak ile doldurduk.
Müracaat ettiğimiz ihtisas erbabı, bu muhterem ağaca dört yüz yıllık bir ömür tahmin etmişlerdi. Bunlardan bazıları, onun hayatını devam ettirebilmesi için, iç kısmının çakıl ve çimento ile doldurulmasını tavsiye ettiler. Diğerleri ise bunun asla doğru olmadığını söylediler. Kısacası, her fani gibi, bu da hayatının son günlerini yaşadı ve nihayet öldü. Onun kırk sene içindeki muhtelif safhaları ve yavaş yavaş ne şekillere girdiği bu sayfalara yerleştirdiğimiz fotoğraflardan anlaşılır. Her halde, kendisinin önceki azametini ve ihtişamını bilenler ve bilcümle ağaç dostları, telafisi imkansız olan bu kayıptan dolayı derin bir üzüntüye kapılırlar, belki de benim gibi otuz beş senedir, her gün defalarca yanından geçenler ona adeta ””Allah rahmet etsin!” demekten kendilerini alamazlar.
Avrupalı seyyahlar, birkaç yüz yıldan beri, bu ağacı ””Yeniçeriler Çınarı” adıyla anıyorlardı. Belki de yabancı elçiler saraya girdikleri zaman altında birçok yeniçeri duruyordu. İstanbul”a çok eskiden gelen ve bazen elçilerin maiyetinde bulunan ressamlar bu meydanı ve sarayın bundan sonraki ikinci avlusunu yeniçerilerle dolu olarak görmüşler ve resimlerini yapmışlardır. Bununla beraber, ne bizim tarihlerimizde, ne de Topkapı Sarayı ile ilgili menkıbelerde bu ağaca dair hiçbir kayda rastlayamadık. Tam bir tabiat anıtı olan bu çınarın ne tarihi vak”alara şahit olduğunu insan zihninde canlandırabilir. Dili Olsaydı, bunları bize anlatırdı. Fakat aynı zamanda gençliğinde, hatta bundan daha yüz sene önce, memleketimizde ağaçlara gösterilen büyük saygıdan ve sevgiden hiçbir eser kalmadığı için acı acı şikayetlerde bulunurdu. Gerçekten de şu son zamanlarda ağaçlara karşı uygulanan katliam hareketi geçmişte hiçbir zaman görülmedi. Diyebilirim ki, bu durum, tarihi binalarımızın tahribatı kadar elem vericidir. Hoyrat ellerle ve kasten mahvedilen ormanların ve asırlık ağaçların haddi hesabı yoktur. Böyle giderse, mesela İstanbul”da ve Boğaziçi”nde, bir süre sonra, bir ağaç, bir servi bile kalmayacaktır. Yeniçeriler çınarı ne bahtiyarmış ki, bu ihtiyar haliyle artık bizim ağaç düşmanlığımızı görmeyecektir!”
İstanbul çınarlarının ortak özelliği, zamanla içlerinin boşalmasıydı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, özünden çürüyen bu anıt ağaçların iri ve kalın gövdelerinde bir nevi mahzenler ve odalar meydana geliyordu. Bazı garipler buraları dükkan veya mesken olarak kullanıyorlardı. Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi”nde böyle garip bir olaydan bahsediyor; ””Çıplak Osman” adında bir meczubun Aksaray”daki bir ulu çınarın gövdesi içinde tam kırk yıl yaşadığını belirtiyor.
Hey gidi koca çınarlar, dile gelseniz, kim bilir neler anlatırsınız!
Türk Edebiyatı Dergisi