Prof .Dr. Ahmed Akgündüz
I- KONUNUN TAKDİMİ
Yazımızın konusunu: “Eski hukukumuzda devletin temel fonksiyonları ve azınlık hakları” teşkil edecektir. Hukuk tarihçisi olmamız hasebiyle müslüman ecdâdımız tarafından kurulan İslâm devletlerinde ve özellikle de Osmanlı Devleti”nde, devletin temel organlarının nasıl çalıştığını; bu organların vatandaşa karşı nasıl muâmelelerde bulunduğunu; vatandaşın can, mal ve namus güvencesinin teminatı olan hukuk nizamının hangi temeller üzerine oturtulduğunu ve bazı iddiaların tersine, gayr-ı müslim azınlık da dahil olmak üzere vatandaşın temel hak ve hürriyetlerinin padişahın iki dudağı arasında olmadığını kısaca sizlere arzetmek, bu yazının gâyeleri arasındadır. Günümüzde anayasa hukukunun esas mevzularını teşkil eden bu konuları, eski anayasa hukukumuzun hükümleri çerçevesinde takdim etmeye çalışacağız.
Önce şunu belirtelim ki, eski hukuk tarihimizle alâkalı araştırmaların azlığı sebebiyle anayasa ve devletin temel organlarıyla ilgili çalışmaların bulunmadığı şeklinde bir görüş mevcuttur. Bu görüş sakat ve eksiktir. Zira eski hukukumuzda, her ne kadar anayasa hukuku ile ilgili bilgiler, ayrıntılı ve tedvin edilmiş bir tarzda bulunmasa bile, Kur”ân ve sünnet, asırlara göre değişebilecek ve muhtelif zaman ve zeminlerde uygulanabilecek genel esaslar ve çerçeve hükümler ortaya koymuştur. Hatta XVll. yüzyılda yaşayan Mostesquieu”nun ortaya koyduğu kuvvetler ayrılığı prensibini, Abbasiler zamanında yani Vlll. asırda telif edilen İslâm anayasa ve idare hukukuyla alâkalı El-Ahkâm”us-Sultâniye isimli eserlerde görmek mümkündür. El-Mâverdi”nin eserini tetkik edenler, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin nasıl birbirinden ayrıldığını hemen fark edebilirler. Osmanlı kanunnâmelerinde ve arşiv belgelerinde sıkça rastlamak mümkün olan “kadı ma”rifetinsüz iş yapılmaya” “şer-i şerif ve kanun üzere” ve “sultanın emri, nâmeşru” olanı meşru” kılmaz” tarzındaki ifadeler de bu dediklerimizin tatbikattan şahididirler.
Yukarda zikredilen sebeplerle, biz yazıda eski hukukumuzun temelini teşkil eden İslâm hukukunda anayasa hukukunun temel müesseseleri ve vatandaşların hakları mevzuu üzerinde duracağız.
II – İSLÂM ANAYASA HUKUKUNUN TEMEL HÜKÜMLERİ VE DEVLETİN FONKSİYONLARI
Konuyu ana başlıklarıyla özetlemekte fayda görüyorum:
A) İslâm”ın tavsiye ettiği devlet ve idare tarzının bazı temel özellikleri vardır. Bir devletin meşru” olabilmesi için bu temel özelliklere sahip olması icap eder. Bu özelliklerin başında, hâkimiyetin Allah”a ait oluşu yani hukukun kaynağının Allah”ın irâdesi oluşu gelmektedir. İslâm hukukunda, batıda olduğu gibi hak ve hürriyetleri tanzim eden hukuku, kralın iradesi veya seçkin bir zümre vaz” etmemektedir. Bu sebeple İslâm hukukunda, batıdaki anlamda yasama meclisi ve anayasa mevcut değildir. Bir diğer temel özelliği, eşitlik ve adâleti devletin temel esası kabul etmesi ve “kanun kuvvette değil, kuvvet kanunda olmalıdır” demesidir. Padişah, ne kadar güçlü de olsa, şer”-i şerif denen hukuk nizamı karşısında, haksız ise zayıftır. Fâtih”in bir Rum ile yargılanması bunun bâriz misâlidir. Ayrıca İslâm hukuku, devlet idaresinin temel nizamı olarak “şurâ” esasını ön görmektedir. Devlet adına ve devlet işleri için alınacak kararların, seçilmiş ve yetkili meclislerce alınması mânâsını ifade eden bu prensip, gerçek mânâda demokrasilerin de temel esasıdır. Gerçek mânâda diyorum; çünkü “şura meclisinin üyelerinin rast gele değil, ehl-i hall vel”akd yani devlet meselelerini halledecek fazilet, ilim ve tecrübe sahibi şahsiyetler”den oluşması tavsiye edilmektedir.
Önemle ifade edelim ki, İslâm”ın tavsiye ettiği belli bir devlet şekli yoktur. Devletin işlerinin yürütülebilmesi için öngördüğü bir şura yani danışma meclisi vardır. Monarşik devlet şekillerinde hâkimiyet tek kişide, Cumhuriyet idarelerinde bir heyette kendini göstermektedir. İslâm hukukunda ise, hukuku vaz”etme, hak ve hürriyetleri tesbit etme şeklinde ifade edilebilecek olan hâkimiyet tamamen Allah”a aittir. Halife veya padişah, Allah”tan aldığı hâkimiyetin temsilcisi değildim belki cumhurun temsil ettiği ilâhi hâkimiyetin vekili durumundadır. Halife ve sultan da, Allah tarafından tesbit olunan şer”i hükümlere ve bunlarca tanınmış hak ve hürriyetlere aykırı davranamayacaktır. Davrandığı takdirde kendisine temsil yetkisi veren müslümanlar, onu görevden alabilecektir. Osmanlı padişahlarının hal”ında mutlaka fetvâya başvurulmasının sebebi bu olduğu gibi, Rumelindeki hristiyan nüfusun çokluğunu gören ve bundan ürken Yavuz Sultan Selim”in bunları cebren müslüman etme tasavvuruna karşı, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemâli Efendi”nin verdiği şu cevabın sebebi de bu esasdır: “Madem ki, onlar raiyyetliği kabul etmişler, dinimiz gereği onların can, mal ve ırzlarını kendi can, mal ve ırzlarımız gibi korumakla mükellefiz”[1]. Yani azınlıkların hak ve hürriyetlerini bile tesbit eden ilâhi iradedir.
Şu iki hususun da bilinmesinde zaruret vardır:
Birincisi, halife veya padişah, hâkimiyeti Allah”dan doğrudan değil de halk vasıtasıyla almış sayıldıkları için, İslâmi devlete ve meselâ Osmanlı Devleti”ne batıdaki anlamıyla teokratik bir devlet nazarıyla bakılamaz. İslâm hukukunda meşruiyet önemlidir ve koyduğu prensipIer ile hâkimiyet anlayışının tahlilinden, İslâmi devletin dindar bir cumhuriyete yakın olduğu görülmektedir. Gerçekten Râşid halifeler, hem bir halife ve hem de dindar bir cumhur reisi idiler.
İkincisi, hem Selçuklu ve hem de Osmanlı devlet idaresini kayıtsız şartsız mutlak bir monarşi olarak vasıflandırmak da mümkün değildir. Zira mutlak monarşide hâkimiyet hükümdardadır ve bu hükümdar ise hiçbir bağlayıcı kaideye bağlı değildir. Halbuki başta Osmanlı padişahları olmak üzere, bütün müslüman Türk Sultanları, şer”i şerif dedikleri hukuk ile kayıtlıdır ve asıI hâkimiyet sahibi olan Allah”a ve onun kanunlarına karşı sorumludurlar[2].
B) İslâm hukukunda temel hak ve hürriyetler fikri, modern siyasi düşüncenin geçirdiği safhaları yaşamamıştır. Zira İslâm hukukunun kabul ettiği hak ve hürriyetler, kralların lütfu ve ihsanı değildir; Allah”ın tesbit ettiği hak ve hürriyetler olduğundan, başlangıçdan beri vardır ve tabii bir durumdur. Hak ve hürriyetlerin tarihi gelişimi açısından Batı ile Doğu, yani İslâm âleminin durumu, % 100”e varan bir nisbette birbirinden farklıdır. 1215 tarihli İngiliz Magna Carta”sı ile sadece kendi vatandaşlarını insan sayan İngilizlerin ve 1789 inkılabı ile sadece erkekleri insan sınıfına sokan Fransızların tersine İslâm hukukunda, başlangıçtan beri sadece müslümanların değil, zimmi tabir edilen gayr-i mü”slim vatandaşlarla, müste”men tabir edilen yabancıların dâ bütün hak ve hürriyetleri tesbit olunmuştur. Bu sebebledir ki, İslâm âleminde hak ve hürriyet bildirileri yoktur. Zira ilk hak ve hürriyetler beyannâmesi İslâm hukukunun kaynakları olan Kur”ân, sünnet, veda” hutbesi ve hatta Medine Site Devleti anayasasıdır[3]. Bazı müşahhas misalleri, özellikle azınlık haklarıyla ilgili olarak, bir sonraki yazımızda bahsedeceğimizden, burada kısa kesiyoruz.
C) Devletin üç temel fonksiyonu olan yasama (teşri”) , yürütme (icra) ve yargı (kazâ) görevlerini hangi organlar eliyle yürüttüğü konusu üzerinde de kısaca durmamız icap etmektedir. Zira bu konu hak ve hürriyetlerin hem tesbiti ve hem de korunması açısından çok önemlidir.
a) Yasama Organı: Eski hukukumuzla ilgili araştırmalarda en çok hataya düşülen konu, müslüman Türk devletlerinin yasama organı olarak sultanın veya padişahın yahut da bir başka müessesenin görülmesi ve dolayısıyla fertlerin hak ve hürriyetlerinin de bunlara bağlı olduğu şeklinde bir değerlendirmenin yapılmasıdır. Bu, hatalı bir değerlendirmedir. Zira İslâm hukukunda gerçek anlamıyla kanun koyucu (şâri”), Allah ve O”nun peygamberidir. Bunun dışındaki yasama kaynaklarına kanun koyucu olarak bakılmamaktadır; belki bunlar, ilahi iradeye uygun hukuki hükümleri tesbit etme kaynağı olarak görülmektedir. Doğrudan doğruya Kur”ân ve sünnetten alınan şer”i hükümlerden kanun koyucu Allah ve resulüdür. Padişah da olsa, bütün İslâm devleti vatandaşları bunlara uymakla yükümlüdür. Sosyal ve iktisadi şartlara göre değişiklik arz edeceğinden, ayrıntılı olarak tesbiti müçtehid hukukçulara veya “ulülemr” denilen zamanın yasama organına bırakılan içtihadi ve idari hükümlere ise, İslâm hukukçuları siyaset-i şer”iye derken, Osmanlı hukukunda örfi hukuk veya kanun denmektedir. Biraz sonra zikredeceğimiz tedvin faaliyetlerine yasama faaliyeti denirse, İslâm ve Osmanlı hukukunda yasama organı, padişahın başkanlığında Divan-ı Hümâyun veya benzeri şura meclisi nitelikli ürütme organlarıdır. Şimdi ulülemr denilen devletin en üst organının bile, kanun vaz”etme yetkisinin sınırlarını birer cümle ile özetleyelim:
aa) Şer”i hükümleri kanun haline getirebilir. Burada ulül-emrin,. meselâ Osmanlı Devleti”nde padişah ve divanın veya bir başka benzeri organının yaptığı,mevcut şer”i hükümleri kanun haline getirmek yani tedvin işidir. Bunu da bizzat değil İslâm hukukçuları, vasıtasıyla yaparlar. Girit Kanunnâmesi ve son zamanlarda tedvin edilen Mecelle ve Hukuk-ı Aile Kararnâmesi buna misâl teşkil eder.
bb) İçtihadi konularda mevcut içtihadlardan birini tercih edebilir. Sultan Melikşâh”ın İslâm hukukçularına hazırlattığı “el-Mesâilü”l-Melikşâhiye” isimli eser ile Ebu”s-Suud”un Ma”ruzât”ı bunun tipik misalleridir.
cc) Kendisine İslâm hukuku tarafından tanınan askeri, idari, ta”zir cezaları gibi bazı cezâi ve benzeri sahalarda sınırlı yasama yetkisini kullanır. bu çeşit kanunların muteber sayılmaları için, şer”i hükümlere uygunluk açısından şeyhülislâm ve müftülerin ilmi tasdikinden geçmesi şarttır. Osmanlı kanunnâmelerinin tamamı bu şekilde tedvin edilmiştir[4]. Bu son yetkinin şer”i dayanağı, “Allah”a, O”nun peygamberine ve sizden olan ulülemrin emir ve yasaklarına itaat ediniz” meâlindeki Kur”ân âyetidir[5].
b) Yürütme Organı: Müslüman Türk devletleri de dâhil olmak üzere İslâm hukukunda, devletin ve onun başı olan organın en önemli fonksiyonu, icra denilen yürütme erkinde kendini gösterir. Yani devlet ve onun yüksek otoriteyi temsil eden yürütme organı, Allah”ın kendilerine tanıdığı yetkiler çerçevesinde, şer”i hükümleri ve âlimlerce ortaya konan kanunları icrâya memurdurlar. Eski hukukumuzda bu organa ulülemr denilmektedir. Ulülemr, hukuku tatbik ederken, şer”i hükümlere aykırı hareket etmemeye ve bütün tasarruflarında şura esasına riayet etmeye mecburdur. Yürütmenin başı olan halife veya sultan, diğer fertler gibi kanuna aykırı hareketlerinden maddi ve manevi açıdan sorumludur.
c) Yargı Organı: Eski hukukumuzda kazâ denilen yargı yetkisi, eğer ehil ise bizzat devlet reisine de tanınmıştır. Hz. Peygamber ve Râşid Halifeler devrinde tatbik edilen esas budur. Ancak sonraları, yargı yetkisini, şer”i hükümleri tatbik açısından bağımsız olan ve halifeye yahut padişaha idari açıdan bağlı bulunan kadılar yürütür. Kadılar, yargı görevini halife ve sultanın nâibi olarak yürütürlerse de karar konusunda tamamen hukuka bağlıdırlar. Kanuni Sultan Süleyman”ın Ayasofya Evkafının kira bedellerini dondurma ile ilgili fermanını reddeden ve konu ile ilgili karar ve fetvasında aşağıdaki satırlara yer veren Ebu”s-suud”un hali bunun en bariz misalidir: “Padişah emri ile “nâ-meşru” olan nesne meşru” hale gelmez; haram, emirle helal olmaz”. Belli makamların emriyle hukuki değil siyasi kararlar alan ve çifte standartlı olmayı kendine şiar edinen asrımızdaki bazı hâkimlere tarihten ibret almalarını tavsiye ediyor ve tarihten ibret almanın ayıp karşıIanabilecek bir “nostalji” olmadığını ifade etmek istiyoruz.
Şunu da belirtelim ki, yukarda anlattığımız mânâda olmasa bile, başta gayr-ı müslimler olmak üzere, vatandaşların hak ve vazifelerini tayin eden bir yazılı belge anlamında, dünyada ilk yazılı anayasa Hz. Muhammed”in Medine Site Devleti için hazırlattığı Medine Anayasası”dır ve 47 maddelik metni elimizde mevcuttur[6].
III- OSMANLI DEVLETİNİN ANAYASAL DÜZENİ VE AZINLIKLARA TANINAN HAKLAR
Konuyu Tanzimat”tan önce ve sonra diye ikiye ayırarak ana hatlarıyla özetlemek istiyoruz:
A) Tanzimat”tan önceki dönemde Osmanlı Devleti de bir İslâm Devleti”dir ve her konuda olduğu gibi anayasa ve idare hukuku alanında da İslâm hukukunun hükümlerini esas almıştır. Tanzimat dönemine kadar günümüzdeki anlamıyla devletin temel fonksiyonlarını tanzim eden şeklî bir anayasası yoktur. Ancak her hukukî düzenlemede, her çeşit idarî tasarrufda ve bütün yargi görevlerinde, göz önünde bulundurulması gereken iki önemli hukukî hükümler mecmuası vardır:
Şer”-i şerif ve kanun-ı münif. Şer”-i şerif, İslâm hukukunun aslî kaynaklarıyla sâbit olan ve fıkıh kitaplarında iâdesini bulan şer”î hükümler demektir. Bütün Osmanlı kanunnâmeleri, ittifakla her çeşit idarî tasarruf ve hükmün şer”-i şerife uygun olmasını şart koşmaktadırlar. Kanun-ı münif ise, İslâm hukukunun ülülemre tanıdığı sınırlı yasama yetkisi sonucu Osmanlı hukukunda bazı hukuk dallarında bir çeşit anayasa mesabesinde kabul edilen Osmanlı Kanunnamesi”dir. Osmanlı Devleti, şer”î hükümlerin tanzim ettiği alanlarda şer”-i şerifi; idarî alanda teşkilât kanunlarını, örfî hukuk alanında ise Kanunnâme-i Osmanî”yi temel yasa kabul ettiğinden, bütün bunları bir arada toplayan anayasa tedvinine ihtiyaç duymamıştır. Tanzimat”tan önceki dönemde, uygulamadaki bazı aksaklıklar bir tarafa bırakılırsa, Osmanlı Devleti nizamı, temel hak ve hürriyetler konusu, devletin temel organları demek olan yasama, yürütme ve yargı organları, İslâm hukukundaki temel esaslara uygundur. Osmanlı padişahlarının hukukî statüsü, özellikle Yavuz Sultan Selim”den sonra, İslâm hukukunda devlet başkanı demek olan halifeden farksızdır. Osmanlı padişahlarını, batılı kral veya diktatörler gibi, her konuda devletin bütün fonksiyonlarını ifa edebilen bir makam olarak görmek hatadır. Zira yasama yetkisi açısından, padişahın sınırsız bir yasama yetkisi yoktur. Sınırlı yasama yetkisini de, âlimler vasıtasıyla kullandığı görülmektedir. Padişah yürütmenin başıdır. Her çeşit idarî kararlar ve tanzimî tasarruflar onun tasdikinden geçer. Ancak, yüksek bir yürütme ve adlî organ mahiyetinde bulunan Divan-ı Hümayun ona şurâ meclisi görevini ifa eder. Padişah yargının da başıdır; ancak kendisi yargı gücünü bizzat kullanamaz. Padişah, kendi tasarruflarından maddî ve manevî açıdan sorumludur. Aslında dokunulmazlığı da söz konusu değildir. Bütün bunlara rağmen, tarih boyunca padişahlardan bazılarının bu zikredilen sınırlar içerisinde kalmadıkları ve bilerek veya bilmeyerek gayr-ı meşru” işler yaptıkları da vaki”dir.
Osmanlı padişahları, Yavuz Sultan Selim”den itibaren hem sultan ve hem de halifedirler, yani İslâm aleminin reisidirler. Saltanat itibariyle otuz milyonu idare ediyorsa, hilâfet itibariyle 300 milyon İslâm”a başkanlık etmektedir. Saltanat kanadını sadâret, hilâfet kanadını ise şeyhülislamlık temsil etmektedir[7].
Her konuda İslâm hukukunun esasları çerçevesinde hareket etmeye çalışan Osmanlı Devleti, azınlıklar konusunda da Tanzimat”a kadar şer”î hükümleri tatbik etmişler ve ülke insanlarını müslüman, zimmî ve müste”men şeklinde üçlü guruba ayirmışlardır. İslâm ülkesinin gayr-ı müslim vatandaşı olan zimmîler konusundaki İslâmî hükümleri burada tekrarlamayacağım. Ancak tatbikattan bazı misaller vermek istiyorum.
a) Birinci misalim, Bulgaristan ve çevresindeki gayr-ı müslimlere aittir. Fâtih Sultan Mehmed, Rumeli”deki fetihlerini genişleterek Sırbistan sınırlarına geldiği zaman, iki ateş arasında kalmış olan Sırplar, Macarlarla Türklerden birisini tercih etmek mecburiyetinde kalmışlardır. O dönemde Sırplar ortodoks, Macarlar ise Katolik idiler ve Romalılar ile Latinler arasında anlaşmazlık bulunduğu gibi bunlar da birbirini hiç sevmezlerdi. Macar kralı Jan Honyad, Sırplıları elde etmek istiyordu. Sırp kralı George Brankoviç, kendisini Türklere karşı isyan etmeye teşvik eden Macar kralı nezdine bir heyet göndererek “Macarlar Türklere galip gelirse, Sırplıların mezhepleri olan ortodoksluk hakkında ne gibi müsaadelerde bulunacaksınız?” diye sordurmuştur. Jan Honyad, “Sırbistan”ın her tarafında katolik kliseleri tesis edeceğim.” cevabını vermiştir. Aynı soruyu sormak üzere bir diğer heyeti de Fâtih”e, göndermiş ve ondan aldığı cevap da şu olmuştur: “Her caminin yanına bir kilise inşa edilecek ve herkes hâlıkına kendi ma”bedinde ibadet edebilecektir.” İşte asırlarca Balkanların Osmanlı Devleti”nin elinde kalmasının sırrı ve hikmeti budur[8].
b) İkinci misalim ise yine Fâtih devrine ait bir belgedir. Başka bir yazımızda değerlendirdiğimiz bu belgede Fâtih Sultan Mehmed İstanbul Galata”da bulunan zimmîlere yani gayr-ı müslimlere bakınız nasıl teminat veriyor: “Ben ulu padişah Sultan Muhammed Hân, yeri göğü yaradan Perverdigâr hakkı içün ve Hazret-i Resulün pâk ruhu içün ve yedi mushaf hakkı içün ve yüz yirmi dört bin peygamberler hakkı içün… kapıma gelen Galata gayr-ı müslimleri hakkında… bana itaat etmeleri şartıyla… ben dahi kabul ettim ki: Kendülerin âyinleri ve erkânları ne vechile cari ola gelürse, yine ol üslub üzere âdetleri ve erkânların yerine getüreler… Buyurdum ki, kendülerin malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bilcümle metaları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bilcümle meta”ları ve avretleri ve oğlancıkları… kendülerin ola, üşendirmeyem, kiliseleri ellerinde ola, okuyalar ve kiliselerin alub mescid etmeyem.”[9] Fâtih”in bu manada devam eden ve İslâm hukukunun hükümlerini yansıtan müsaadeleri olmasaydı. bazı Yahudi veya Rum asıllı yazarlar günümüze kadar kalıp da müslüman ecdadımız ve İslâm”ın aleyhinde kalem oynatabilirler miydi? Böylesi nankörlere tarihden ibret almalarını tavsiye ediyorum. Bugün bile, müslüman öğrencilerin öz yurdunda kendini garip hissettiği laik Türkiye”de, Galata”daki Ermeni okullarında dinî âyinle derse başlayan gayr-ı müslim çocuklarının varlığı ve huzurunun gerçek sebebinin bu olduğunu, Avrupa ve Amerika”nın hakikat-körü olan gözlerine sokmak istiyorum.
B) Tanzimat sonrası dönem, Osmanlı Devleti”nin tarihî kimliğini kaybettiği ve tam manasıyla Avrupalı da olamadığı bir dönemdir. Ne acıdır ki, teşhis yapılmadan tedaviye başlandığından, belki de samimiyetle tanzimat yani devletin yeniden tanzimi için girişilen ıslahat hareketleri tahribat fonksiyonunu daha çok ifa etmiştir. 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, iç ve dış baskılar sonucu, tatbikattaki rahatsızlıklara işaret edip ıslah edileceğini vadetmekle yetinmiştir. 1856 tarihli Islahat Fermanı ise, ilanından sonra müslüman vatandaşı ağlatan ve sanki hiç yokmuş gibi gayr-ı müslimlere hak ve hürriyet değil imtiyazlar vadeden bir ferman olmaktan öteye gidememiştir. Bazı hukukçuların iddia ettiği gibi, Osmanlı hukukunda kabul edilen hak ve hürriyetler, ilk defa bu fermanlar ile kabul edilmiş değildir. Bu fermanlarla istenen Avrupalı devletleri tatmindir. Ama bunda da başarılı olunamamıştır. Dışarıdan yapılan tazyikler ve içerdeki haklı-haksız muhalefetlerle tahttan indirilen Abdülaziz”in yerine gelen Il. Abdülhamid, zamanın sadrazamı olan Ahmet Mithad Paşa”nın şiddetli arzularıyla anayasa konusunu gündeme getirmiştir. Tamamen Avrupa anayasalarını iktibas etmek niyetinde olan Mithad Paşa”ya rağmen, önce, böyle bir anayasa hazırlamanın ve belli konularda yasama yetkisine sahip bir meclis kurmanın, Osmanlı hukukunun temeli olan şer”î hükümlere aykırı olup olmadığını öğrenmek için, yetkili İslâm hukukçularından konuyla ilgili fikirlerini sormuştur. İslâm ve Osmanlı âlimlerinin bu hususdaki kanaatleri iki noktada toplanabilir:
Birincisi; Böyle bir anayasa hazırlamak ve bu anayasaya göre kurulan meclisin kanunlarına uymak, İslâm”a aykırıdır. Bu görüş çoğunluk tarafından tasvip edilmemiştir.
İkincisi; Ulül-emre tanınan sınırlı yasama yetkisinin dairesinde kalmak ve şer”î hükümlere aykırı olmamak şartıyla, şura meclisi mahiyetinde bir yasama meclisi kurmak ve bunun esaslarını düzenleyen bir anayasa hazırlamak caizdir. Her ne kadar Avrupa”da dikilmiş olsa bile, Il. Abdülhamid tarafından İslâmlaştırılan 1293/ 1876 Anayasası da 64. maddesinde çıkarılacak kanunların “umûr-ı diniyeye” muhâlif olmama şartını aramakla, müslümanların nazarında meşrûiyet kazanmıştır. Büyük müfessir Alusî bu ikinci görüşün müdafileri arasında olduğu gibi, zamanın büyük dahilerinden olan Bediüzzaman da aynı kanaati paylaşmaktadır. Meclisde kanun çıkaran kanun adamlarını körükörüne tekfir edenleri Kur”ân”ı anlamamakla suçlayan ve şer”î hükümlere uygun olmak şartıyla şura meclisini ve kanun-ı esasiyi müdafaa eden Bediüzzaman şöyle demektedir: “Meşrûtiyet ve kanun-ı esasî, hakiki adâlet ve şer”î meşveretten ibarettir. Bunu İslâm hukukuna aykırı gösterenler, meşveretin de düşmanlarını çoğaltmaktadırlar.”
Lehdeki görüşleri esas alan II. Abdülhamid, 119 maddeden ibaret olan 1293/1876 tarihli Kanun-ı Esasiyi ilan etmiştir. Fakat istenen netice tam elde edilememiş veya daha doğru bir tabirle, Avrupalılar tatmin olunamamıştır. Bunun gerçek sebebini ise. Avrupalı bir gayr-ı müslim hukukçudan dinleyelim: “Avrupalıların asıl maksadı, Türkleri dinlerinden uzaklaştırmak ve Osmanlı Devletini bir devlet-i müslime olmaktan çıkarıp gayr-ı müslim bir devlet haline getirmektir.[10]”.
IV- MUASIR İSLÂM HUKUKÇULARININ KONUYLA İLGİLİ GAYRETLERİ
Muasır İslâm hukukçuları da, insan hak ve hürriyetlerinin bugünkü kabul edilenden de ileri seviyede Kur”ân ve hadisde kabul ve tesbit edildiğini; devletin temel fonksiyonlarını icra eden organların bu hak ve hürriyetleri korumalarının birinci vazifeleri olduğunu her zaman belirtmişlerdir. Biz misal olarak Avrupa İslâm Konseyi tarafından hazırlanan, tamamen Kur”ân, hadis ve benzeri İslâmî kaynaklara dayanan ve anayasal müesseselerin tamamını ihtiva eden bir hukukî metinden bahsedeceğiz. 87 maddelik bu metin, idarenin temel esasları, şura meclisi, devlet başkanının vazifeleri ve benzeri anayasal kuruluşlar hakkında hükümler ihtiva ettiği gibi, temel haklar ve hürriyetler hakkında da hükümler sevketmiş bulunmaktadır[11].
Yukarıda bahsedilen hukukî metnin azınlıklarla ilgili bazı maddelerini zikrederek tebliğime son vermek istiyorum:
İslâm ülkesinin vatandaşı olan gayr-ı müslimler temel hak ve hürriyetlerin kahir ekseriyetinde tıpkı müslüman vatandaşlar gibi hak ve hürriyet sahibidirler. Ayrıca “Dinde zorlama yoktur. Gayr-ı müslim azınlıkların dinî âyin yapma hakları mevcuttur. Azınlıkların ahval-i şahsiyesi hususunda kendi dinî hükümleri geçerlidir. Ancak yine kendileri, İslâm hukukunun tatbikini isterlerse, şer”î hükümlere tabi” olurlar.[12]”
İşte bizim gayr-ı müslim vatandaşlara devlet ve millet olarak yaptıklarımız bunlardır. Onların ne yaptığının müşahhas misali ise, küçücük Bulgaristan ve zavallı İsrail”de yaşanan insanlık facialarıdır.
——————————————————————————–
[1] Osman Nuri, Mecelle-i Umur-ı Belediye, 1/217-218.
[2] Akgündüz, Ahmet, Eski Anayasa Hukukumuz ve İslam Anayasası, İstanbul, 1989, sh. 8 vd.
[3] Geniş bilgi için bkz: Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor I, İzmir, 1989, sh.6 vd.
[4] Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz, 18 vd.
[5] KurӉn, Nisa, 58.
[6] Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz, 37-46 vd.
[7] Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz, 51 vd.
[8] De La Jonquere, Historie de I”Empire Ottoman, sh. 164.
[9] Paris Bibl. Nat. turc ancien, no: 130, vrk. 78/a-b.
[10] BOA, YEE, 14-1540, sh. 17-18.
[11] Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz, 110 vd.
[12] İslâm Anayasası, md. 16.