Dr. Kemal KAHRAMAN
Umutların daraldığı, daraltıldığı bir süreçten geçiyoruz. Siyasi ve ekonomik atmosfer, özgüven ve girişim duygularımızı köreltme yönünde baskı yapıyor. Ama yaşanan, tarih boyunca bu toprakların şahit olduğu geçiş dönemlerinden sadece birisi. Umutsuzluğa kapılmak yok; varlığımızın temelleri sapasağlam yerlerinde duruyor. içinden geçtiğimiz ekonomik ve sosyal kaos ortamına aldanmayın. Anadolu, bağrından Çıkardığı iş adamları ve girişimcileriyle ekonomik ve sosyal kalkınma potansiyelini içinde taşıyor.
Geçtiğimiz zaman dilimi gösterdi ki insanımız, günümüz teknolojisini ve işletme yöntemlerini rahatlıkla kullanıyor. Sanayi ve ticarette başarılı örnekler veriyor. öte yandan milletinin sosyal ve kültürel varlığına sahip çıkıyor. Gerektiğinde kendisine miras kalan büyük bir medeniyetten ilham alabiliyor. Geçmişini inkar etmiyor, bu mirası bırakan atalarına saygı gösteriyor. Horasan erlerinin, erenlerinin kurduğu Ahilik teşkilatı gibi, Hazret-i Peygamber devrine kadar uzanan bir geleneği günümüze taşıyor. Dini için dünyasını, dünyası için dinini terk etmeyenlerin geleneğine. Anadolu aslanlarının hikayesi işte böyle başlıyor.
HİCAZ”DAN FİLİPİNLER”E
İslam”ın ortaya çıktığı Mekke bir ticaret şehriydi. İslam Peygamberi bu mesleği şereflendirenlerin başında geliyordu.
Hadisi Şeriflerde dürüst tüccarın kıyamette göreceği mükafatlar bir bir açıklanıyor, bu durum tüccar ve iş adamlarına İslam toplumunda saygın bir mevki kazandırıyordu. Hazreti Ömer”in şöyle dediği rivayet edilir : “Ölümün, beni pazar yerinde ailem için alış veriş yaparken yakalamasından daha çok memnun olacağım bir yer yoktur.” Hazreti Peygamber Medine”de Ensar ve Muhacirin”i kardeş ilan etmişti. Muhacirin”den Abdurrahman bin Avf”ın Medine”li kardeşi, malının yarısını kendisine vermeyi teklif etti. Avf”ın cevabı şöyle oldu : “Allah seni malınla mülkünle çocuklarınla mesut etsin. Ben senden hiçbir şey istemiyorum. Sen bana çarşının yolunu göster. ” Avf kısa zamanda zengin oldu ve hayırseverliğiyle tanındı. Ona” zenginliğinin kaynağı nedir?” diye sordular. Cevabı ticaret ehline düstur olacak nitelikte : “Ben dükkanıma gelen hiçbir müşteriyi geri çevirmedim”.
Gerçekten bugün dünyadaki başarılı şirketler, müşteri üzerinde odaklaşan şirketlerdir. İslam”ı Asya, Afrika içlerine götüren akıncılar tüccarlardı. Hindistan, İslam’ı ilk defa Müslüman tüccarlarla tanıdı. Sayısız tüccar grubu gittikleri yerlerde hem ticaret yaptı, hem de oralara birer misyoner gibi, İslam’ı taşıdı. Bugün Endonezya”da, Java adalarında Filipinler”de, Malezya”da ve Afrika”nın en ücra yerlerinde yoğun bir Müslüman nüfus varsa, bunun sebebi “Yeryüzü sana mescit kılındı” hitabına uyarak uzaklara giden, oralarının mallarını Batı”ya tanıtan, oralara yerleşen Müslüman tüccarların dünya çapındaki faaliyetleriydi.
Allah”ın mülkü bütün insanlığın hizmetindeydi. O günün teknik imkanları kısıtlı olmasına rağmen, geniş vizyonlarıyla sınır tanımadılar ve bugünlerde çokça sözü edilen globalleşmenin ilk sağlıklı örneklerini verdiler. Uzak diyarlara sömürmek için değil diriltmek için gittiler. Büyük İslam alimleri geçimlerini sağlayacak bir sanat veya ticaretle meşgul oldu. Hanefi Mezhebinin kurucusu büyük alim ve veli Ebu Hanife bir tüccardı. Dünya ve ilim işlerini birlikte götürüyordu.
ANADOLU KAPILARI
Öncü Müslüman tüccarların ulaştığı bir bölge de, Orta Asya ve Türk dünyasıydı. Türk dünyası Allah”ın bir lutfu olarak büyük çatışmalara girmeden büyük gruplar halinde İslam’la şereflendi. Horasan erleri, erenleri yetişmeye başladı. Türk dünyası, siyasi olduğu kadar sosyo-ekonomik örgütleriyle de yeni medeniyete katkıda bulunmaya başladı. iş ve ticaret dünyasının en önemli örgütleri Fütüvvet, Ahilik ve Loncalar ortaya çıktı. Anadolu kapılarının açılmasıyla birlikte Anadolu toprakları yepyeni bir iş ahlakıyla tanıştı. Bu ahlak, samimiyet, cömertlik, Allah”tan başkasına kul olmama, iki günü bir o1mama, tevazu, misafirperverlik, merhamet, dürüstlük ilkelerine dayanıyordu. Temel düstur: Eline, beline, diline sahip olmaktı. Türk insanına ait bir iş örgütlenmesi olan Ahilik, siyasi gelişmelerin de temelini oluşturdu. Özellikle Selçuklu devletinin yıkılmasından sonra Anadolu”nun yeniden imarında büyük bir fonksiyon üstlendi. Horasan erlerinden Ahi Evran Anadolu”yu inşa eden zihniyetin temellerini attı. Kurduğu güçlü esnaf ve sanatkar teşkilatı ile sosyal hayatın belkemiğini oluşturdu. Anadolu”yu sosyal ve ekonomik açıdan derleyip toparladı, Osmanlı devletini kuran kurumları meydana getirdi. Ahi Evran bir alim, bir tasavvuf ehli ve veli idi. Fahreddin Razi”den, Suhreverdi”den ders aldı, Ahmet Yesevi dergahında yetişti. Bu onu Horasan erlerinin yoluna koydu. Anadolu Selçuklu Sultanı”nın daveti üzerine Muhiddin-i Arabi ile birlikte Anadolu”ya gelerek yerleşti. O aynı zamanda bir iş adamıydı.
Dericilik yaparak geçiniyordu. İslam ahlakı ve tasavvuf prensiplerini esas alarak esnaf ve sanatkarların dayanışmasını sağlayan bir sistem geliştirdi. Ahilik teşkilatı o zaman devletin kontrolü dışında ve tamamen sivil bir örgütlenmeydi. Ahilik, usta kalfa-çırak prensibine göre şekillendi. Her mesleğin (sektörün) bir birliği, her birliğin sahibi vardı. Ahi olabilmek için iş ve sanat sahibi olmak gerekiyordu. Ama bu yetmiyordu. Helalinden kazanmalı, cömert ve mütevazi olmalı, namazlarını kılmalı, nefsine hakim olmalı, haramdan, ölçüde adaletsizlikten kaçınmalıydı. Ahi Evran”ın hanımı ise dünyadaki ilk kadın örgütü olan Bacıyan-ı Rum teşkilatını kurarak Anadolu”da Türk kültürünün sağlam temeller üzerinde gelişmesini sağladı. Bu teşkilatlar, Moğol işgali ve tehdidiyle parça parça olan AnadoIu1daki Türk ve İslam varlığını yıkımdan kurtardı. Anadolu”da Türkler sadece siyasi bir örgüte dayansaydı art arda gelen Haçlı ve Moğol istilaları karşısında varlığını sürdüremeyecekti.
Dericilik yaparak geçiniyordu. İslam ahlakı ve tasavvuf prensiplerini esas alarak esnaf ve sanatkarların dayanışmasını sağlayan bir sistem geliştirdi. Ahilik teşkilatı o zaman devletin kontrolü dışında ve tamamen sivil bir örgütlenmeydi. Ahilik, usta kalfa-çırak prensibine göre şekillendi. Her mesleğin (sektörün) bir birliği, her birliğin sahibi vardı. Ahi olabilmek için iş ve sanat sahibi olmak gerekiyordu. Ama bu yetmiyordu. Helalinden kazanmalı, cömert ve mütevazi olmalı, namazlarını kılmalı, nefsine hakim olmalı, haramdan, ölçüde adaletsizlikten kaçınmalıydı. Ahi Evran”ın hanımı ise dünyadaki ilk kadın örgütü olan Bacıyan-ı Rum teşkilatını kurarak Anadolu”da Türk kültürünün sağlam temeller üzerinde gelişmesini sağladı. Bu teşkilatlar, Moğol işgali ve tehdidiyle parça parça olan AnadoIu1daki Türk ve İslam varlığını yıkımdan kurtardı. Anadolu”da Türkler sadece siyasi bir örgüte dayansaydı art arda gelen Haçlı ve Moğol istilaları karşısında varlığını sürdüremeyecekti.
OSMANLI TECRÜBESİ
Osmanlı devletinin hamurunda da aynı prensipler vardı. Osman Bey, bir Ahi babası olan Şeyh Edebali”nin kızı ile evlendi. Orhan Gazi ve Murat Han, Ahi kuşağını kuşanıp bu kurumun gelişmesini teşvik etti. Osmanlı toplumunda Ahilik devletle toplum arasındaki ilişkileri düzenleyen bir kurum olarak kendini gösterdi. Ticaret ve sanat hayatı onların kontrolündeydi. Ürünlerin kalitesi, ücretler, fiyatlar, çalışma şartları onlar tarafından düzenlenip denetleniyordu. Haksız rekabet ve tekelciliği onlar önlüyor, tüketiciyi onlar koruyordu. Kalitesiz mal üretenler veya satanlar onlar tarafından cezalandırılıyor veya meslekten ihraç ediliyordu. Ahilik teşkilatı ahlaktan eğitime, sosyal güvenlikten siyasi ve askeri sahaya kadar pek çok fonksiyon üstlendi. Osmanlı devletinin düşüş devrine girmesiyle birlikte sosyal ve ekonomik hayat da bozulmaya başladı. 19. yüzyıla gelindiğinde Ahilik, fonksiyonlarını büyük ölçüde kaybetti.
Osmanlı devlet ve toplum düzeni yabancıların kontrolü altına girdi. Ticari hayata Galata Bankerleri, Avrupalı bankerler ve yabancı elçilikler yön vermeye başladı. iç ve dış borçlar yüzünden kurulan Duyunu Umumiye idaresi Osmanlı Devleti”nin egemenlik haklarını elinden aldı. Türk insanının kendi iş ve ticaret teşkilatı olan Ahiliğin gerilemesi, devletin gerilemesi anlamına geliyordu. Çünkü devlet, siyasi, iktisadi ve sosyal yapısıyla bir bütündü. Sivil toplum örgütleri siyasi yapının temelini oluşturuyordu. Önce temeller zayıfladı. Sonra devlet çöküşe doğru sürüklendi. Tanzimat, meşrutiyet ve sonrasında iktisadi ve sosyal hayat giderek daha fazla devletin kontrolüne girdi. Bunun adına merkezileşme deniyordu. Devlet merkezini kolayca kontrol edebildiklerini gören batılı güçler, geleneksel mahalli örgütleri ortadan kaldırmaya veya merkeze bağlamaya zorladı. Bu çerçevede geleneksel mahalli idare teşkilatı lağvedildi. Vakıfların gücü giderek zayıfladı. Ekonomik hayatın düzenlenmesi de o hayatın temel taşları olan ticaret ve sanat erbabının elinden çıktı. Ahilik teşkilatının terk ettiği alanları devlet ve onu kontrol eden yabancı finans çevreleri aldı. Kapitülasyonlar, ticari imtiyazlar, dış baskılar Osmanlı ekonomisini çökertti. Anadolu bir kez daha Osmanlı öncesi ölüm kalım sürecine girdi.
Osmanlı devletinin siyasi varlığı sona ermeden, ekonomik varlığı sona erdi. Gümrükler, demiryolları, vergi gelirleri, dış borçlar nedeniyle yabancı kontrolü altına girdi. Bu durum Birinci Dünya Savaşı”nda yaşanan işgallere zemin hazırladı. Osmanlı devleti ticari ve sosyal hayata müdahale ederek kurtuluş yolları aradı. O zaman sosyal hayatta Türk ve İslam unsurlar bürokrasi ve askerlikte yoğunlaşırken Rum, Ermeni ve Yahudi unsurlar ticaret, zenaat ve finans sektörlerinde yoğunlaşmıştı. Yenileşme sürecindeki yabancı baskılarıyla azınlıklar hem ekonomik hayatta hem de bürokraside söz sahibi olmuşlardı. Ölüm kalım savaşında devletin ancak Türk ve İslam tebanın omuzlarında yükseleceğini anlayan hükümetler, milli iktisat politikalarını uygulamaya koydular. Milli sermayeyi, şirketleri ve finans sektörünü yaygınlaştırmak için teşvik ve himayeci politikalar izlemeye başladı. Anadolu sermayesi desteklendi. Milli bir kalkınma hamlesi başlatıldı. Aslında yabancı tüccarların ve onlarla ortak olan azınlıkların desteklenmemesi bile yeterliydi.
Devletin milli iktisada sahip çıkması, Anadolu aslanlarının hızla etkilerini artırmalarına yetti. Özellikle Balkan Savaşlarından sonra Anadolu girişimcisi milli kalkınmanın gereği olarak kendi şirketlerini ve finans kuruluşlarını oluşturmaya başladı. İstanbul”da ve büyük Anadolu şehirlerinde anonim şirketler hızla arttı. 1920’ye gelindiğinde Konya”da 19, İzmir”de 11, Aydın, Kütahya, Kayseri, Eskişehir, Ankara gibi şehirlerimizde 3”er olmak üzere daha birçok şehrimizde anonim şirketler ve bankalar kuruldu.
İKİYÜZ YIL SONRA
Tanzimat”la birlikte yürürlüğe giren merkeziyetçi ve devlet eliyle kalkınma çizgisi varlığını 1950”li yıllara kadar sürdürdü. Cumhuriyete milli kalkınma hamlesi miras kaldı. Ama özel teşebbüs hala zayıftı ve sivil örgütler henüz mevcut değildi. Ekonomik hayat devletin veya devlet eliyle palazlanan bazı girişimcilerin elindeydi.
Büyük işadamları mutlaka devlet teşviklerine, kredilerine veya serbest 01mayan Pazar şartlarına dayanıyordu. Anadolu işadamları ve esnaf bu haksız rekabet ortamında ya bayilik veya küçük sanayi işlerini üstlenebiliyordu. Fakat zaman geldi ikiyüz yıllık fetret devrinin sonu görünür gibi oldu. Piyasa ekonomisi ağırlığını koydu. Devletçi ekonomiler birer birer tarihe karıştı. Devletçiliğin sembolü olan Rusya, piyasa ekonomisine geçerek devlet işletmelerini elden çıkarmaya başladı. Ağır sanayiini Rusya’ya kurduran Türkiye yine takipteydi. Bütün dünya özelleşirken devletçi yapıyı korumamalıydı. Serbest Pazar, rekabet, devletin küçültülmesi, yeni dünyanın sloganlarıydı. Fakat özelleşme sadece iktisadi işletmelerde olamazdı. Özel teşebbüs, kendi örgütlenmesini gerektiriyordu. Mesleki bir dayanışma gerekiyordu. Sosyal ve kültürel geleneğimiz mesleki dayanışma örgütlerine yabancı değildi. Dünyanın ilk sivil mesleki örgütünü onlar kurmuştu. Ahilik teşkilatı yeniden gündemdeydi. Horasan erenleri, erlerini bir kez daha göreve çağırmaktaydı. Anadolu yine tehlikedeydi. Siyasi, sosyal ve ekonomik bir zaaf yaşanmaktaydı. Onu ayakta tutacak olan yine Anadolu insanının direnme gücüydü. Bir zamanlar Ahi Evran”ın yaşadığı Kayseri”de, Konya’da, Bursa”da, Denizli”de adeta ekonomik bir devrim yaşandı. Anadolu insanı, girişim gücünü ortaya çıkarma imkanı buldu. Anadolu aslanları dünyanın yaşadığı sivilleşme, özel teşebbüs ve rekabet ortamına uyum sürecinde tekrar ortaya çıktı.
Dişleriyle, tırnaklarıyla biriktirdiler, ülkelerinde ve yurt dışında büyük şirketler kurdular. İstanbul, Bursa, Kayseri, Konya, Gaziantep, Denizli, Yozgat, Çorum. Berlin, Köln, Paris, Londra, Sydney. Her yerde ekonomik hayatta varlıklarını gösterdiler. Anadolu insanına iş sağladılar, ürettiler, yolları açıldıklarında neler yapabileceklerini gösterdiler. Dış ülkelerde ise işyerlerinde Almanları, Fransızları, Rusları çalıştırarak onlara da istihdam sağladılar. Türkiye’yi ısrarla turizm ülkesi olarak görmek isteyen, sürekli dış borç batağına çeken yabancı finans kuruluşlarına seslendiler; Biz iş adamlarıyız! Üretiriz, satarız, sizin ülkelerinize de turist olarak gelir, döviz bırakırız! Anadolu”da çarklar adeta tersine dönmeye başlamıştı. işte bu ortamda, bu ülkenin misafirleri değil bin yıllık sahipleri olduğunun bilincinde olan sanayici ve işadamları yurdun her yanında bir araya gelerek mesleki ve sivil toplum örgütleri kurdular. Fakat bu insanlar kendi şehrinden büyük merkezlere, oradan dış ülkelere açıldıkça karşısına ne gibi engeller çıktığını gördü. Haksız rekabet şartlarına, devlet tekeline, teşviklere, gümrük avantajlarına alışmış olan girişimler ve girişimciler rahatsız oldu.
Dişleriyle, tırnaklarıyla biriktirdiler, ülkelerinde ve yurt dışında büyük şirketler kurdular. İstanbul, Bursa, Kayseri, Konya, Gaziantep, Denizli, Yozgat, Çorum. Berlin, Köln, Paris, Londra, Sydney. Her yerde ekonomik hayatta varlıklarını gösterdiler. Anadolu insanına iş sağladılar, ürettiler, yolları açıldıklarında neler yapabileceklerini gösterdiler. Dış ülkelerde ise işyerlerinde Almanları, Fransızları, Rusları çalıştırarak onlara da istihdam sağladılar. Türkiye’yi ısrarla turizm ülkesi olarak görmek isteyen, sürekli dış borç batağına çeken yabancı finans kuruluşlarına seslendiler; Biz iş adamlarıyız! Üretiriz, satarız, sizin ülkelerinize de turist olarak gelir, döviz bırakırız! Anadolu”da çarklar adeta tersine dönmeye başlamıştı. işte bu ortamda, bu ülkenin misafirleri değil bin yıllık sahipleri olduğunun bilincinde olan sanayici ve işadamları yurdun her yanında bir araya gelerek mesleki ve sivil toplum örgütleri kurdular. Fakat bu insanlar kendi şehrinden büyük merkezlere, oradan dış ülkelere açıldıkça karşısına ne gibi engeller çıktığını gördü. Haksız rekabet şartlarına, devlet tekeline, teşviklere, gümrük avantajlarına alışmış olan girişimler ve girişimciler rahatsız oldu.
Osmanlı Devleti”nin kanını emen Galata Bankerleri”nin yerini şimdi yerli ve yabancı birtakım finans kuruluşları almıştı. Ekonomiyi yönetenler, son devir Osmanlı bürokratlarının gafleti içindeydi. Ekonomiye IMF, Dünya Bankası gibi yabancı kuruluşların dayatmaları doğrultusunda yön verme gayreti içindeydi. Bu finans örgütlerinin amacı üçüncü dünya ekonomilerini bağımlı ve dış kredilere muhtaç bir halde tutmaktı. Krediler nedense kalkınmaya yol açmak yerine borç batağını derinleştiriyordu.
Bunu sürdürmenin yolu ise siyaseti kontrol altında tutmaktı. Siyaseti kontrol altına aldılar ve Türkiye Dünyanın en borçlu ülkesi haline geldi. Her şey Osmanlı”nın son devrini hatırlatıyor. Fakat sular klasik bürokratların istediği yönde akmıyor. Yerli ve mahalli güçler gelişmek istiyor, ulusal ve uluslar arası düzeyde yeni birlikler oluşuyor, gümrükler gevşiyor, piyasa rekabet ortamına doğru kayıyor. Devletçi ekonomiye alışkın olanlar için iki seçenek var. Suları yokuşa akıtarak eski siyasi ve ekonomik sistemi muhafaza etmek. Veya yeni dünya şartlarına ayak uydurmaya çalışmak.
Türkiye halen bu yol ayrımında bekliyor. Fakat sular bir türlü yokuşa akmıyor. Türkiye’yi yönetenler dünyadaki gelişmelere direndikçe kendileriyle birlikte ülkeyi ekonomik kaosa sürükledi ve bugünlere getirdi.
KAZANÇ VE BEREKET
“Yememiştir kimse alın terinden daha hayırlısını” diyerek yola çıktılar. Bu ülkede un vardı, şeker vardı, yağ vardı ama bir türlü helva yapılamıyordu. Bunu yapmak, Ahi Evran”ın torunları olan Anadolu insanına düşüyor. Anadolu”yu hallaç pamuğu gibi atan haçlı seferleri ikiyüz yıl sürmüştü. ikiyüz yıllık bir düşüş devrinden sonra Anadolu insanı yeniden toparlanmasını bildi. Bir yandan da kendi meslek örgütlerini kurdu, geliştirdi.
Ülkesi için neler yapabileceğini gösterdi. Şimdi milli iktisat hamlesinde olduğu gibi, memleket daha büyük gailelere düşmeden yolunun açılmasını bekliyor. Kazanç ve bereket. Anadolu insanı bu iki kavramı birbirinden ayırmıyor. Bereketsiz kazancın işine yaramayacağını biliyor. Bu nedenle asırlar öncesinden kendisine ulaşan mesaja kulak veriyor: Ancak birliğin olduğu yerde dirlik vardır. Sadece kazanç peşinde koşmuyor. Helal kazanç arıyor. Çalıştırdığı insanın haklarını gözetiyor. inancının gereklerini yerine getirmeye, mütevazı olmaya, yoksullara yardım etmeye, her türlü haksızlıktan kaçınmaya özen gösteriyor. Haksız kazancın ahlaki çürümeyi, ahlaki çürümenin toplumların sonunu getirdiğini biliyor. Devletin geleceğini mesleki ve sivil toplum örgütlerinin güçlenmesinde görüyor. Türkiye, hayli zamandır düçar olduğu ekonomik ve sosyal bunalımlardan kurtaracak insanları bekliyor. Horasan erenlerinin, Ahi Evran”ın torunlarını bekliyor.