Doç. Dr. Said Öztürk
Bilindiği gibi adalet temelleri üzerine dayalı Ortadoğu devlet geleneğinde padişahın adil olması ve adaleti tesis etmesi devletin ve sultanın gücünü artırmanın önemli bir vasıtası olarak telakki edilmektedir. İslami anlayış da yönetici-yönetilen arasındaki ilişkiyi sorumluluk temeline oturtmuştur. Hz. Peygamber’in “Her biriniz çobansınız ve her biriniz sürüsünden mesuldür. Hükümdar, iş başındakiler çobandır, tebasından mesuldür… ” hadisi tüm İslam toplumlarında yöneticilerin en fazla dikkate almak zorunda oldukları bir hadistir. Bu sebeple Osmanlı sultanları tebaya “vediatullah” olarak, yani Allah’ın bir emaneti olarak bakmışlardır. I. Sultan Ahmet’in meşhur adaletnamesinin başında; “re‘aya ve berâya ki vedâyi‘-i Cenâb-ı Kibriyadır” yani o geniş halk kesimi Allah’ın bir emanetidir denilmektedir. Bu bakış açısı bir ilke gibi bütün Osmanlı sultanlarında görülür. Zira 16. yüzyılın kayıtlarında bu ifadelere rastlanıldığı gibi 17, 18 ve 19. yüzyıl kayıtlarında da görülmektedir.
Diğer taraftan re’âyâya bir velinimet olarak bakılmıştır. Yani re’âyâ, kendisine teşekkür edilmesi, saygı duyulması, korunup gözetilmesi gereken bir kesimdir. Defterdar Sarı Mehmet Paşa “Nesayihü”l-Vüzerâ ve”l-Ümerâ” adlı eserinde “Ehl-i insaf katında re’aya”ya veliyyü”n-ni‘âm ıtlakı sahih olur” dedikten sonra bu sözünü teyid için Sultan Süleyman”a atfedilen bir konuşmayı nakleder; Sultan Süleyman bir gün mahremleriyle görüşürken onlara velinimet-i âlem kimdir diye sorulmuş, onlar da padişah hazretleridir demeleri üzerine: “Hayır velinimet-i âlem re’âyâdır (halk) ki ziraat ve hiraset emrinde huzur ve rahatı terk ile iktisab ettikleri nimetle bizleri it‘am ederler” demiştir.
Osmanlı sultanları re’aya dediğimiz geniş Osmanlı sivil kesiminin hukukun belirlediği bir alanda hayatlarını sürdürebilmeleri için oldukça itina gösterdikleri görülür. III. Mehmed”in “kanundan taşra iş olmasın” ifadeleri bu itinanın bariz bir örneğidir. Yine 1487 tarihli Hüdavendigar Livası kanunnamesinde yer alan ifadeler de halk kesiminin hukuk kaide ve kuralları içinde bir muameleye tabi olduklarının en bariz örnekleridir.
Osmanlı ve diğer Müslüman Türk devletlerinde hükümdar ve tebaa ilişkisi, baba-çocuk ilişkisine benzetilir. İbn-i Haldun, Celaleddin Devvani, Taşköprüzade Ahmet, tebaanın bu dünyada ve öteki dünyada sulh ve selametinin sultanın elinde olduğunu, buna karşılık tebaanın, oğulun babaya karşı gösterdiği mutlak itaati göstermesi gerektiğini belirtmişlerdir.
Selçuklu devlet adamı Nizamülmülk”ün Siyasetname”sinde yer alan “mukataat erbabı bilmelidir ki, mülk ve ra’iyyet sultanındır” cümlesinde yer alan mülkün ve ra’iyyetin sultanın olduğu düşüncesi mutlak anlamda anlaşılmamalıdır. Burada mülk kavramı, mülkiyet anlamından çok yönetme, dünyevi otorite, tasarruf hakkı anlamına gelmektedir. Yani sultân icranın başıdır. Osmanlılarda devletin mülk biçiminde anlaşıldığı ve miri arazi rejimi ve müsadere sistemini bu anlayışın bir sonucu olarak görme eğilimi, Osmanlı insanının kainatı algılayış biçimine nüfuz edememe anlamını taşır. Burada mülkün ve ra’iyyetin sultana ait olması nisbilik arz etmektedir. Mülkün sultana ait olması mülkü yönetme ve tasarruf yetkisine sahip olma, ra’iyyetin sultana ait olması ise ra’iyyetin bir emanet anlayışı içerisinde korunması ve kollanması gereğidir. Yoksa sultanın ra’iyyete köle-efendi ilişkisinde görülen mutlak sahipliği anlamında değildir.
Osmanlı Sultanları sahip oldukları sınırlı yasama yetkisi ile yürütme ve yargı yetkilerini kullanırken la yüs”el yani sorumsuz değildir. Evvela her türlü tasarruf şer‘-i şerife uygun olmalıdır ve bir maslahata menut olmalıdır. Mecelle”nin 58. maddesi “Raiyye ya‘ni teb‘a üzerine tasarruf maslahata menûtdur” der, yani yetki kullanımı kamu yararına tabiidir. Sultan Osman”ın oğlu Orhan”a en önemli vasiyeti şer’î hükümlere riayeti olduğunu biliyoruz. Güçlü İslâm Hukuk bilginlerinin olduğu dönemlerde padişah fermanı bile olsa şer’-i şerife muhalif ise reddediliyordu. Bu konuda Kanuni’nin bir fermanı münasebetiyle Ebüssuud Efendi’nin verdiği cevabı hatırlayalım. Padişah vakıf malların kira bedellerinin bu senelik arttırılmaması için ferman verdiğinde Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi, fermanı hukuka aykırı bularak şu tarihî cevabı vermiştir:
“Padişah fermanıyla kira bedellerinin olduğu gibi bırakılması olmaz. Zira Padişahın emriyle nâ-meşrû‘ olan şey meşrû‘ olmaz; haram olan nesne helâl olmak yoktur. Bu hususlarda emr-i şer‘-i şerif budur. Bir türlü dahi değildir. Şer‘i hükümlere vâkıf iken onları ketmetmek, Kur‘an”daki bir âyetin tehdidine maruz kalmaktır”.
III. Selim bir hatt-ı hümâyûnunda “Benim vezirim, ben Allah”ın bir aciz kuluyum” ifadesi ile nihayet padişahların da bir kul olduklarını hatırlatmıştır.
İşte bu emanet ve sorumluluk anlayışı, Osmanlı sultanlarını tebanın her türlü zulüm ve fenalıkdan, haksızlıkdan korunması ve hakkının teslimi hususunda titiz davranmalarını gerekli kılıyordu.