SUSUZ ÇEŞMELERİ GÖZYAŞIYLA AKI TAN BÜYÜK BİLGİN
MUALLİM CEVDET
MUALLİM CEVDET
Dursun Gürlek
1950”li yıllarda yayın hayatını sürdüren sevimli bir dergi vardı. Osman Nebioğlu tarafından çıkartılan ””Bütün Türkiye””, o zamanlar bütün Türkiye”de yayınlanan gazetelerden seçme yazılan iktibas ediyor, yeni bir dizaynla okuyucularına sunuyordu. Tabii ki bu seçme yazılan, günü birlik siyası konular değil, genellikle tarihi ve edebi yönleri ağır basan kültürel ürünler oluşturuyordu.Bu günlerde elli yıllık Bütün Türkiye”yi karıştırırken, aradan geçen bu kadar uzun süreye rağmen zevkle okunan ve istifade edilen yazılarla karşılaştım. Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu”nun ””Büyük Türk Alimi Farabi”” yazısına, Hasan Ali Ediz”in ””Divan-i Lügati-t Türk”” isimli araştırmasına, Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver”in ””Bestekar İsmail Fenni””adını taşıyan nefis makalesine,Mustafa Yücel”in ””Türk gitti, Bereket Bitti”” ünvanlı enteresan tesbitlerine ve daha nice örnek kalem ürünlerine bu sararmış sayfaların arasında rastladım.
Sebilürreşad mektebi
Tabii şurası da bir gerçektir ki, o zamanki günlük gazeteler böyle edebi ve kültürel yazılara bol bol yer veriyorlar, kalıcı olmanın sırlarını az çok yakalıyorlardı. Ben eminim ki bugün böyle bir dergi çıksa ve günlük gazetelerde yayımlanan sanat ve edebiyat değeri taşıyan yazıları seçme girişiminde bulunsa yeterli malzemeyle karşılaşamayacak ve sayfaları boş kalacaktır. Ne yazık ki bugün gazeteler siyasetin ve aktüalitenin dışında yazılara çok az yer veriyorlar; her gün aynı konuları işleye işleye kalemleri aşınan köşe yazarları tarihi ve edebi mevzulara, kültürel konulara iltifat etmiyorlar.Hemen belirtelim ki, gelecek nesilleri etkileyecek, kütüphaneleri zenginleştirecek,asıl malzeme sanat,edebiyat ve kültürdür. Eskiden bir çok gazete ve dergi birer mektep, birer akademiydi. Servet-i Fünun ekolünden tut, Sırat-ı Müstakîm ve Sebılürreşad mektebine varıncaya kadar nice yayın organı bir çok okuyucu için cazibe merkezi olmuş, onların kültür dünyalarını hayli zenginleştirmişti. ””Türk Yurdu”” mecmuasının eski sayılarını karıştırırsanız bu ülkeyi gerçek anlamda Türk yurdu haline getiren nice değerli kalem erbabıyla karşılaşırsınız. Fikir aleminde dalgalanmalara sebep olan, dini ve milli heyecanlan kamçılayan, manevi duyguların daha fazla kökleşmesini sağlayan yazarları ve yayınları hatırlamaz, onlara karşı şükran duygularımızı dile getirmezsek vefasızlık etmiş, haknaşinaslıkta bulunmuş oluruz.
Açık hava dersleri
Kültür abidelerine duyduğu hayranlıktan, kalem erbabına gösterdiği saygıdan ve vefadan dolayı kendisi de abideleşen Muallim Cevdet yakın tarihimizin son derece ilgi çeken şahsiyetlerindendir. Onun çok yönlü kişiliğini oluşturan unsurlarından biri, hatta başta geleni, dünkü medeniyetimizden günümüze intikal eden eserlere karşı duyduğu hayranlıktı. Selatin camilerinden birinin avlusunda abdest almak, tarihi mezarlıkların arasında gezmek, yazma bir esrin aherli sayfalannı çevirmek, köşe başındaki Osmanlı çeşmesinin kitabesini okumak, ecdadın hayvanlara bile teşmil edilen şefkat duygusunun canlı şahitleri olan kuş evlerini seyr u temaşa etmek,öğrencilerini, tarihi mekanların cazibesiyle tanıştırmak merhumun en büyük zevkiydi. Muallim Cevdet ecdad yadigarı bir eserin yıkıldığını, içinde nice hatıralar barındıran bir konağın yakıldığın, su medeniyetinin şaheser örnekleri olan İstanbul çeşmelerine hor bakıldığını, yazma eserlerin, berat ve fermanların izbe mahzenlere tıkıldığını görünce göç yaşlarına mani olamaz, hüngür hüngür ağlamaktan kendini alamazdı.
Moğol zulmü
İslam alemine musallat olan umumi belaların en büyüklerinden biri de -tarihçilerin ittifakıyla -Moğol istilasıdır. Çekirge sürüleri gibi İslam beldelerine üşüşen Moğollar”ın icra ettiği mezalimi tarihler anlata anlata bitiremiyorlar. Başta Basra ve Bağdat şehirleri olmak üzere, İslam beldelerini yağma eden Moğol askerleri taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmadılar. Dicle ve Fırat nehirleri günlerce kan ve mürekkep aktı. Müslüman ahaliden katledilenler şehadet şerbetini içerken, yakılıp yıkılan kütüphanelerin enkazıyla muhteşem bir medeniyet acı bir şekilde noktalandı.Kağıda, kitaba, kitabeye, yazıya, kıymetli evraka, anıt eserlere yönelik katliam hareketi Moğol vahşetiyle son bulmadı. Aradan yüz yıllar geçtikten sonra başka bir Cengiz fırtınası da ülkemizde estirildi. Altı yüz yıllık asırların bakiyesi olan eserler; çeşmeler, camiler, hanlar,hamamlar, tahrip edildi. Hat sanatının şaheser örnekleri olan kitabeler bir gecede yerlerinden söküldü, nice göz yaşlan döküldü. Eski kitaplar yakıldı, yazma eserler toprağın derinliklerine gömüldü.Asıl facia 1931 yılında ortaya çıktı. ””Cahil bir komisyon ve gafil bir defterdar””ın ön ayak olmasıyla Osmanlı arşiv belgelerinin Bulgarlar”a satılmasırıa karar verildi. Bu menhus plan derhal uygulamaya koyuldu. Aynı yılın mayıs ayında İstanbul Defterdarlığı Maliye Evrak Hazinesi”ndeki tarihi evrakı hamallar balyalar haline getirdiler. İşte bu balyalar arabalarla Sirkeci”ye kadar götürülecek, orada trene yüklenerek Bulgaristan”a sevk edilecekti. Nitekim öyle de yapıldı. Tam İki yüz balya tutan Osmanlı arşiv belgeleri okkası on kuruş, on paradan Bulgarlar”a satıldı. Tam iki yıl sonra Muallim Cevdet”in hükümet nezdinde gösterdiği üstün gayretle kısmi bir netice alındı. Bulgarlar kendilerinden istenen bu İki yüz balyadan ancak elli bir çuvalını gönderdiler. Tabii ki onlar da cürufdan ibaretti.Bu vahim olayı İstanbul belediye mektupçusu Osman Nuri Ergin”in odasında öğrenen ve adeta şok olan Muallim Cevdet Bey derhal harekete geçti. O sırada başbakan olan İsmet Paşa ”ya uzunca bir mektup yazarak olaya el koymasını rica etti. İşte bu teşebbüsten sonra hükümet gerekli girişirnlerde buIundu. Ve yukarda da belirttiğirniz gibi Bulgarlara satılan arşiv belgelerinin hiç değilse bir bölümü tekrar elirnize geçti.Osman Nuri Ergin tarafından kaleme alınan ve İsmet Paşa ”ya yazılan mektubun da içinde bulunduğu 748 sayfalık şaheserin bir sayfasında Muallim Cevdet şu satırlarla anlatılıyor:””Cevdet”i bu felaketten ve cirıayetten haberdar ettim. İhtimal vermedi ve inanmadı. Gazeteyi ve oradaki resimleri gösterdim. Bu defa da yerinde oturamadı. Yıldırımla vurulmuşa döndü. Bir müddet hüngür hüngür ağlamaya başladı. Azıcık yatışınca biraz daha izahat istedi, verdim. Derhal yerinden kalktı. Sultanahmet meydanına doğnı gitti. Yarım saat sonra elinde bir kucak vesika olduğu halde geldi. Ve bunları beşer kuruşa çocukların elinden aldım, tarihi evrak bu hale getirilir mi, dedi. Hala ağlıyordu. Kendisini teskin ve teselli etmeye çalıştın1, ne mümkün!…””Muallirn Cevdet”in bütün dünyası öğrencilerinden ve kitaplarından ibaretti. Ömrünü dershane ile kütüphane arasında geçiren merhum, talebelerini sık sık kırlara götürüyor, İstanbu1”un tarihi mekanlarını gezdiriyor, açık hava dersleri yapıyordu. Osmanlı başkenti işgal altında bulunduğu yıllarda bile görevini aksatmıyor, öğrencilerine tarih şuurunu aşılamaya, onların Osmanlı eserleriyle ülfet ve ünsiyet tazelemelerine gayret ediyordu. Bu geziler bazen de maceraya dönüşüyor, başlarına gelmedik kalmıyordu. Topkapı surlarının Haliç”e doğru uzanan kısmında bulunan Anemas zindanlarını gezerken karşılaştıkları enteresan olayları öğrenmek istiyorsanız, Malik Akse1”in ””İstanbu1”un Ortası””nı okumanız gerekiyor.
İliım irfan pınarları
Hazret, Türk kültürüne hizrnet eden tarihi şahsiyetleri çok seviyordu. Dolayısıyla kendilerinden istifade ettiği kalem erbabını her zaman ve her yerde hayırla, minnetle anıyordu. Özellik1e Ali Emiri Efendi”ye büyük bir hayranlık duyuyor, on beş bin cilt tutan değerli eserlerini bağışlayarak ””Mi11et Kütüphanesi””rıi kuran bu zata son derece saygı duyuyordu.
Merhum diyor ki:
””Ben bizzat Ahmet Cevdet Bey”in öz mahsulüyüm. O berıi yakın zamana kadar tanımazdı. Fakat ben onu hayatımım on dördüncü senesinden beri tanırım. Onun gazetesinden aralıksız otuz beş sene feyiz aldım. Bu kadar mektep gördüm, bu kadar muharrir okudum. Hiç kimse, hiç bir muallirn berıirrı fıkrimi şu zatlar kadar açmadı:Şemsettin Sami: Kamusü”1 Alam”ı sayesinde yüzlerce Türk ve Müslüman meşhuru tanıdım.Ahmet Mid1at Efendi: Kırk Ambar ve Dağarcık mecmualarıyla, Beşair, Müdafaa ve Niza-i İlm ü Din gibi eserleriyle yüzlerce hakikati öğrenmeme sebep oldu. Hocalarımızın hiç biri bunların onda birirıi öğretmediler.
O bir hazerfendi
Dr.Süheyl Ünver:Bu zat öyle bir çığır açtı ki Türk ulemasının hiç biri onun kadar başarılı olamadı. Süheyl Bey İstanbul”da ne kadar cami, kitabe, nakış, yazı, sütun, çeşme, mektep, dergah, irnarethane, kabristan, servi, çiçek, ağaç gibi nefis eserler varsa büyük bölümünün resimlerini çizdi, fotoğraflanı çekti. Aşkın bu derecesini ben hiç görmedirn. Her hangi bir camiyi, zaviyeyi, çeşmeyi sorunuz; eliyle yaptığı, on, yirmi, elli çeşit resirn, kroki, fotoğraf, vesika çıkartırdı. ””Kırkambar”” adını verdiği kırk, elli adet resimli defteri var. Bunların her biri İstanbul”un bir nevi tabu sicilidir. Her önern1i hadise bir veya bir kaç vesika ile tesbit edilmiştir. Nereleri gezdiyse oraların defterlerine hazırlamıştır. İznik defteri, Bursa defteri gibi… Ben bu harika zekaya hayrarum. Taşıdığı yüksek duygularla, dini şefkat ve kadirşinaslık hisleriyle de benzeri yoktur. Şahsıma karşı pek lütufkardır.İsterirn ki bütün defterlerim, el yazılanın, mektupların, hatıraların, vesikalarım, tarihi meskukat ve mühürlerim mutlaka bu zatın elinden geçsin. Çünkü bunları onun kadar takdir edecek başka kimseyi tanımıyorum. Paris”te bulunduğu zaman Milli Kütüphane”de okumadığı Türk Tarihi ve eşelemediği seyahetname koleksiyonu kalmamış gibidir. Mimar Sinan”ın eserleriyle Eski saray hakkında hazırladığı malzeme eğer biterse Doktor Süheyl sadece bu devrin değil, bir çok devirlerin Evliya Çelebi”si olacaktır. Benim nazarımda bu devrin Evliya Çelebi”si zaten odur. Fazla olarak kendisi ressam ve müzehhiptir. Dindar olduğu kadar da tarih aşıkı olan bu mücevher zeka metrukatıma vasi olmalı, onları muhafaza etmelidir
Dr.Süheyl Ünver:Bu zat öyle bir çığır açtı ki Türk ulemasının hiç biri onun kadar başarılı olamadı. Süheyl Bey İstanbul”da ne kadar cami, kitabe, nakış, yazı, sütun, çeşme, mektep, dergah, irnarethane, kabristan, servi, çiçek, ağaç gibi nefis eserler varsa büyük bölümünün resimlerini çizdi, fotoğraflanı çekti. Aşkın bu derecesini ben hiç görmedirn. Her hangi bir camiyi, zaviyeyi, çeşmeyi sorunuz; eliyle yaptığı, on, yirmi, elli çeşit resirn, kroki, fotoğraf, vesika çıkartırdı. ””Kırkambar”” adını verdiği kırk, elli adet resimli defteri var. Bunların her biri İstanbul”un bir nevi tabu sicilidir. Her önern1i hadise bir veya bir kaç vesika ile tesbit edilmiştir. Nereleri gezdiyse oraların defterlerine hazırlamıştır. İznik defteri, Bursa defteri gibi… Ben bu harika zekaya hayrarum. Taşıdığı yüksek duygularla, dini şefkat ve kadirşinaslık hisleriyle de benzeri yoktur. Şahsıma karşı pek lütufkardır.İsterirn ki bütün defterlerim, el yazılanın, mektupların, hatıraların, vesikalarım, tarihi meskukat ve mühürlerim mutlaka bu zatın elinden geçsin. Çünkü bunları onun kadar takdir edecek başka kimseyi tanımıyorum. Paris”te bulunduğu zaman Milli Kütüphane”de okumadığı Türk Tarihi ve eşelemediği seyahetname koleksiyonu kalmamış gibidir. Mimar Sinan”ın eserleriyle Eski saray hakkında hazırladığı malzeme eğer biterse Doktor Süheyl sadece bu devrin değil, bir çok devirlerin Evliya Çelebi”si olacaktır. Benim nazarımda bu devrin Evliya Çelebi”si zaten odur. Fazla olarak kendisi ressam ve müzehhiptir. Dindar olduğu kadar da tarih aşıkı olan bu mücevher zeka metrukatıma vasi olmalı, onları muhafaza etmelidir
Şefkat abidesi
Tahir Bey merhuma gelince, onun yazdığı ””Osmanlı Müellifleri ”” elde o1madığı sürece Türk tarihini, Türk coğrafyasını , hukuk, tıp ve askerlik konulanını hakkıyla öğrenmek mümkün değildir. Katip Çelebi”rıin ””Keşfü”z Zünun”” adındaki şaheserinden ancak Arapça bilenler istifade edebilirler. Osmanlı Müellifleri”nden ise, Arapça bilmeyen her Türk yararlanabilir.Beyazıt Kütüphanesi”nin müdürü Helekhaslet, yüksek üstad İsmail Saib Efendi hazredlerinin ellerinden öperim. Beni hayır dua ile, yad etsinler!””Muallim Cevdet son derece merhametli, şefktli ve vefalı bir insandı. Sakatların, kimsesizlerin, yardımına koşmaktan büyük bir haz duyuyordu. Balkan harbinden sonra İstanbu1”a gelen malul askerlerden bazılarıyla yakından ilgilenmişti. Bunlardan biri her sabah Beyazıt”taki aşçı Arnavud”un lokantasına geliyor, parası Cevdet tarafından düzenli bir şekilde verilen çorbasın içiyordu.Dostlarını -nerede olurlarsa olsunlar- mutlaka ziyaret ediyor, hallerini hatırlannı soruyordu. Yüksek Öğretmen Okulu”nda birlikte çalıştığı Ali Nusret Bey adında çok değerli bir arkadaşı vardı. Amansız bir hastalığa yakalanan bu aziz dostu evinden ve yatağından çıkamaz olmuştu. Muallim Cevdet Bakırköy”de oturan bu değerli arkadaşını her hafta ziyaret ediyordu. Vefat ettiği zaman herkesten çok ağlamış, yıllarca matemini tutmuştu. Her ölüm yıldönümünde tek başına kabrini ziyarete gidiyor, ruhunu taziz ediyordu. Cevdet Bey , kendisi de ölüm hastalığına yakalanıncaya kadar bu ziyaretini sürdürmüştü. Bu vadide o kadar ileri gitmişti ki, aynı alakayı Ali Nusret Bey”in annesine de göstemiş, onun da cenazesinde bulunmuş, kabrini ziyarete devam etmişti.
Akif in âhiret komşusu
Annesine son derece düşkün olan bu zat, validesinin uykusu kaçmasın, rahatsız olmasın diye her türlü külfete katlanıyor, bazen enteresan tedbirlere başvuruyordu: O yıllarda İstanbul”un her hangi bir semtinde yangın çıktığı zaman mahalle bekçileri akortsuz ve kerih sesleriyle avaz avaz bağırıyorlardı. Geceleri bozacılar, sabahleyin erkenden salepçiler, simitçiler ve gazeteciler kendilerine mahsus olan ses tonlarıyla bağıra bağıra mahalleleri dolaşıyorlardı. Bu güruh, annesinin evinin önüne geldiği zaman Cevdet, onların gürültüsüne engel olmak için türlü yöntemler icad ediyor; mesela kendilerine küçük ikramlarda bulunuyor, paralar veriyordu.
Annesine son derece düşkün olan bu zat, validesinin uykusu kaçmasın, rahatsız olmasın diye her türlü külfete katlanıyor, bazen enteresan tedbirlere başvuruyordu: O yıllarda İstanbul”un her hangi bir semtinde yangın çıktığı zaman mahalle bekçileri akortsuz ve kerih sesleriyle avaz avaz bağırıyorlardı. Geceleri bozacılar, sabahleyin erkenden salepçiler, simitçiler ve gazeteciler kendilerine mahsus olan ses tonlarıyla bağıra bağıra mahalleleri dolaşıyorlardı. Bu güruh, annesinin evinin önüne geldiği zaman Cevdet, onların gürültüsüne engel olmak için türlü yöntemler icad ediyor; mesela kendilerine küçük ikramlarda bulunuyor, paralar veriyordu.
Muallim Cevdet kitapların muhtevası kadar ciltleriyle de ilgileniyordu. Çocuklarının eğitimiyle olduğu kadar elbiseleriyle de meşgul olan bir baba gibi, o da güzel ciltli, temiz yapraklı kitapları eline alınca adeta kendinden geçiyordu. Bir cildin tamir için başka bir mücel1it tarafından kesildiğini ve berbat edildiğini görünce hem mücellite, hem de onu böyle acemi bir ciltçiye veren adama kızıyordu. Tezhibi bozulan bir eserle karşılaşınca üzüntüden ağlıyordu.
İşte bugün Edirnekapı Mezarlığı”nda -Mehmet Akifin hemen yanıbaşında mahşer sabahını bekleyen MuallimCevdet, Türk kültürünün yetiştirdiği böyle vefalı, böyle kadirşinas bir şahsiyet ve tam anlamıyla ””ayaklı kütüphane””ydi.
Mual1im Cevdet tam bir kütüphane adamıydı. Evinde duyduğu huzurla, kütüphanede yaşadığı rahatlık arasında hiçbir fark yoktu. Müze kütüphanesine devam ettiği bir sırada, kütüphanecinin uzun süre gelmeyişinden dolayı çalışmaları sekteye uğramıştı. Bunun için çok üzüldüğünü arkadaşı Mustafa görünce Cevdet”i gizlice kütüphaneye çıkarmış, kapıyı üzerinden kilitlemişti. Muallim Cevdet de orada, kilidin arkasında unutulma tehlikesini göze alarak çalışmalarını sürdürmüştü.
Mullim Cevdet”in kitap sevdası
Aşığın halinden aşık, gönül ehlinin durumundan gönül ehli anladığı gibi, kitap müptelalarının iptilasını da en iyi kitapçılar bilir. Öyleyse biz de meşhur sahhaflardan merhum Raif Yelkenci”nin kaleminden Muallim Cevdet”in bu cephesini gözler önüne sermeye çalışalım:
“Senelerce vatanına, milletine çok büyük hizmetler etmiş olan merhum Muallim Cevdet”in i1rni, fazlı ve ahlakı hakkındaki yazılan büyük bir salahiyet ve ihtisasla yazacak olan arkadaşlarına bırakarak mesleğim icabı yalnız kitap sevgisinden ve ona olan aşkından birkaç hatıra nakledeceğim:
Muallim Cevdet istirahat ve tatil zamanlarını mutlaka kitapçılarda geçirirdi. Merhumun nazarında paranın hiç bir değeri yoktu. Yalnız kitaba sahip olmak isterdi. Özellike son zamanlarda yazma kitaplara çok merak sarmıştı. “Muradname”” adında 829 tarihinde yazılmış ve İkinci Sultan Murad”a takdim edilmiş büyük boy gayet kıymetli bir eseri bana getirmişlerdi.
Muallim Cevdet bu kitabı götürdü, haftalarca müraıaa etti. Bazı notlar aldı. Yalnız fiyatı yüksek olduğu için satın alamıyordu. Sahibi fiyatından bir ffiİktar tenzil ve bedelinin taksitle tediyesine muvafakat ederse alabileceğini söyledi. Fakat sahibi buna razı olmadı. O sırada kendileri gibi kitap meraklılarından biri olan Giresun Ziraat Bankası”nın Müdürü Fahri Bey, izinli olarak İstanbul”da bulunuyordu. Kitabı sahibinin istediği bedelle o aldı. Cevdet”in Fahri Bey”e karşı fevkalade hürmeti ve muhabbeti olduğu halde “Muradname””nin onun tarafından alınmasına çok kederlenmişti.
Kitap taşıyan hamal
Nihayet bir gün “Raifciğim, Fahri Bey İstanbul”da olmasaydı herhalde bu kitabı ben alabilirdim. Onun izinli olarak İstanbul” da bulunması bu kitabı almama engel oldu. Bu eserin bir parçasını Rusya”da görmüştüm. Bu kitap hakkında Fransızca bir eser yayımlamışlardı. Müellifi bugüne kadar meçhuldü.
Senin vasıtanla bu kitabı görmek, istifade etmek nasip oldu. Çok teşekkür ederim. Fakat sahip olamadığım için de çok yanarım”” dedi.
Merhumun hafızası çok kuvvetliydi. Yirmi sene evvel gördüğü veya okuduğu kitabı hatırlardı.
Çarşıya geldiği zaman bir kaç kitapçıyı mutlaka ziyaret eder, o günlerde ne gibi kitaplar aldıklarını sorardı. Kitapçılar da aldıklarını gösterirlerdi. Kendisin-de bulunmayan bir kitap görecek olursa mutlaka elde etmek için çalışırdı. Kitapçılar kendisine büyük bir saygı gösterirlerdi. Gayet terbiyeli ve vakur idi. Alış veriş konusunda kesinlikle pazarlık etmezdi.
Kendisine lazım olan kitapları ayırır, bir hamal ile evine gönderilmesini ister, kitapçılar da bu arzusunu memnuniyetle yerine getirirlerdi. Aldığı kitapların bedelini çok kere taksitle ödediğini esnaf bilmekle beraber bunu peşin para ile satmış gibi kabul ederlerdi. Çünkü ay başında eline para geçtiği zaman getirip çarşıdaki esnafa dağıtırdı. Şayet maaşını bir parça geç alacak olursa gelir, esnafa söyler; daha aylık almadım, ihtiyacınız olursa başka yerden bulup vereyim derdi. Nadir kitapları, özellikle Türk tarihine ve edebiyatına taalluk eden yazma eserlerle ferman ve vakfıye gibi belgeleri kütüphanesine mal etmek için her fedakarlığı göze alırdı. Kütüphanesinde meşhur hattatların el yazılarından örnekler bulundurmayı da isterdi. Başlıca emeli, kendi adına müstakil bir kütüphane oluşturup millete hediye etmekti.
En büyük mutluluk
Bazen bir kitabı mütalaa için alır, hangi gün getirmesi gerektiğini önceden sorar, üç veya beş gün içinde getirmesi gerekliyse o süre içinde mutlaka getirirdi. Şayet bitirememişse tekrar bir kaç gün daha kendisinde kalmasını rica ederdi. Kitap kendisini fazla ilgilendiricek olursa fiyatını sorar, ””bende bulunması gerekir, yazacağım kitaplara kaynaklık edebilecek bir eserdir”” der ve satın alırdı.
Mesleğim dolayısıyla kitap meraklılarının bazı özelliklerini bilirim:
Pul ve saire koleksiyoncuları nadir bir parçayı ele geçirmek için ne derecece fedakarlıkta bulunurlarsa kitap meraklıları da öyledir. Rahmetli Ali Emiri ve Halis Efendilerle benzerleri, kendilerinde bulunmayan veya bulunsa bile onlardan daha sağlam bir nüshayı gördükleri zaman buna sahip olmak için hiç bir fedakarlıktan çekinmezlerdi.
Cevdet merhumun da son zamanlarda en büyük zevki nadir kitapları elde etmekti.
Kendisine defalarca “Rahatsızsınız, zaten göreviniz sizi çok yoruyor, doktorlar da men ediyorlar, geceleri o1sun okumayınız, istirahat ediniz”” tarzındaki tavsiyelerime karşı:
-Raif, bu sözü başkası söyleseydi gücenirdim. Fakat beni en çok sevenlerden biri olduğunu bildiğim için söylüyorum. Sen benim doktorumsun. Benim için istirahat, gıda ve saadet bunları görmek, okumak, hatta sabahlara kadar meşgul olmak ceevabını verirdi.
Kargalar haber verdi
Yaz günleri daireden çıktığı zaman bir kaç saatini mutlaka kitapçı dükkanlarında, özellike benim dükkanımda geçirir ve kendisini görmek isteyenleri de burada kabul ederdi. Kış günleri daireden çıktığı zaman yine çarşıya uğramadan evine gitmezdi.
Bazı kitaplardan bir çok nüsha alır, talebelerinden sevdiklerine hediye ederdi. Dükkanımda bulunduğu zaman bazı mektep talebelerinin cinai ve aşıkane romanlar sorup aradıklarını işitince “Siz hangi mektepte okuyorsunuz evlatlarım?”” diye sorar. Aldığı cevap üzerine ””Çok güzel. Siz gençsiniz. Böyle kitapları değil de, tarihi ve edebi eserleri ve biyografi kitaplarını okuyunuz, derslerinize yardımcı olur. Özellik1e şu türlü kitapları okumalısınız der ve bir çok eser ismi sayardı. Sonunda da ””Siz de arkadaşlarınıza mektepte bu gibi kitapları okumalarını tavsiye ediniz, bakınız size bir tane hediye edeyim”” der ve bir kitap isteyerek talebelere verirdi. İşte bu türlü münasebetlerle bir çok genci ilmi eserler okumaya teşvik etmişti.
Bir kaç gün kendisine el yaz1Sı kitap göstermediğim zaman “Raifciğim, hayırdır inşallah. Bu gece rüyamda sende çok kıymetli bir kitap gördüm. Yahut kargalar haber verdi. Sende güzel bir kitap varmış. Fakat kitabı Cevdetine göstermek istemiyormuşsun ,, der ve türlü türlü latifelerde bulunurdu.
Eli öpülen adam
Bu latifelerden sonra kendisine gösterilmesi lazım gelen kitapları çıkarır gösterirdim. ””Ah benim doktorum! Kargalar bana hiç yalan söyler mi?”” derdi ve bir kaç saat onları gözden geçirirdi. Okumak için ayırdığı kitapları bir paket yapıp verirdim. Bunları götürür, bazılarını geri getirir ve kendisi için önemli olanlarını satın alırdı.
Türkiye”de, muhterem üstadımız, Bayezid Kütüphanesi Umumi Müdürü İsmail Saib Efendi”den sonra kitaptan anlayan yegane şahsiyet, -kendi deyimiyle biricik “kitap kurdu”” idi. Bir yazma kitabın baş tarafı veya son kısımları o1madığı halde haftalarca çalışır, müellifıni bulmaya gayret ederdi. Büyük bir bölümünde de başarılı olurdu. En güç yazılan kolayca okurdu.
İlim adamlarından vefat edenleri haftalarca unutmaz, onlar için gözyaşı döker ve dua ederdi.
Müsteşriklerden bazılarının ölüm haberini işittiği zaman ağladığı çok vaki olmuştur.
Merhum ağır başlı, haluk, ciddi ve vakur bir zattı. Yolda giderken sağına soluna bakmaksızın doğru yürür, kendisini tanıyanlar selamladığı zaman büyük bir nezaketle mukabele ederdi.
Umumi harpten sonra alay müftülerini, tabur imamlarını tasfiye etmişlerdi. Bunlardan bir kısmını darülmualliminde (öğretmen okulunda) kursa çağırdılar. Ders verecek öğretmenlerin arasında merhum da bulunuyordu. Yaşlarına göre muamele ederek, hatırlarını kırmayarak onlan kendisine cezbetmişti. Bu yaşlı adamlar, çok defalar merhumu gördükleri zamanlar elini öpmek isterlerdi, o da tevazu gösterirdi.
Şeyh Bedreddin ” in Menakıbı
İlim sahasında kıskançlık yüzünden sayısı pek az bir kaç zattan başka kendisini tanıyan bütün arkadaşlarını ve ilim adamlarını hürmetle anardı. Ötekiler hakkında da fena bir şey söylediği vaki değildi.
Eski Maarif Nazırı (Milli Eğitim Bakanı) Şükrü Bey , maaşını yarıyarıya indirdiği halde, onu bile rahmetle anardı.
Kitapçılar çarşısının kapalı bulunduğu tatil günlerinde mutlaka, -tabii güzelliklerini seyretmek için- Boğaziçi”ne gider, orada tarihi yalıları, güzel manzaraları ve insanlara ağlayan harabeleri, meşhur olaylara sahne olan yerleri gözden geçirirdi. Bazen de Edirnekapı ”nın dışına çıkar, Yedikule”ye kadar yalnız ve yaya olarak giderdi.
Yediği yemekler gayet sınırlı ve hayatı son derece sadeydi. Anasına karşı büyük bir muhabbeti vardı. Onu her zaman hürmetle anar, ruhuna Fatiha okurdu. Yadigarlarını gözlerinin önünden ayırmazdı. Altı aylıkken anasının eliyle ördüğü küçük bir çift yün çorap gözünde en değerli eşyadan sayılıyordu. Babasının yazılan, defterleri, anasının şahsi eşyaları merhumun nazarında pek kıymetli şeylerdi.
Dört beş yıl önce kitapçı Hulusi Bey”e bir kaç kitap getirmişlerdi. Onların arasında Simavna Kadısıoğlu Bedreddin”in menakıbine dair bir eser de vardı. Bu kitabı sahipleri yirmi liradan aşağı vermedikleri için almamıştım. Merhum o sırada dükkanıma gelmişti. Bu eserin görülmesini söyledim.
Derhal gitti, bir parça mütalaa ederek hemen yirmi liraya satın aldı. Bedreddin hakkında bir eser yazmış olan Prof. Şerafeddin Bey”e de gösterdi ve istinsahına izin verdi.
İslam büyüklerini severim
Cevdet Bey son günlerinde Gülhane Hastahanesi”ne kaldırılmıştı. Nasılsa kusur ettim, oraya kadar gidip göremedim.
Sonra işittim ki hastahaneden çıkmış, yi ne apartmana gelmiş. Vefatından bi hafta veya on gün önce ziyaretine gittim. Hizmetçi kadın ile haber gönderdim. Gelsin demiş. çıktım, hatırını sordum. Bana şu tavsiyede bulundu: “Sizinle konuşmak isterdim. Fakat dilim ağırlaştı. Sözleri dura dura söyleyeceğim. Lütfen beni dinlemek için sabırlı olunuz”” Ben de peki dedim. Bana hastahanenin durumunu ve kendi halini anlattı. Hastalığının anlaşılamadığını söyledi ve nihayet şu yalancı dünyada bir kaç gün daha misafır olarak belki kalabileceğim dedi ve ilave etti:
”” Ağabeyim, ben ölüme mahkumum. Mutlaka öleceğim. Bunun için doktor olmak gerekmez. Bir adam ki midesi hiç bir şeyi kabul etmezse, suyu güçlükle içerse nasıl yaşayabilir? Cenab-ı Hakk”ın bir kanunu var, o kanun bozulmaz. Meğer mucize veya keramet ile bozula. Bunun üzerine teselli için “Cevdet”im, açıklamaya hacet yoksa da size manevi tıbba tevessül etmeyi tavsiye ederim”” dedim. Cevap olarak ””ben ona her zaman tevessül ediyorum. Şimdiye kadar yaşayışım hep onun sayesindedir. Ağabeyim, ben itikat sahibiyim. Allahımı, Peygamberimi severim. Ben bütün İslam büyüklerini severim”” dedi.
Bir Fatiha
Fakat her on dakika da bir parça su istiyordu. Ben de veriyordum. Bir yudum kadar alıyor, ağzında dolaştırıyor, sonra yoruluyordu. Bir saat kadar oturdum. İki üç kere kalkmak istedim, bırakmadı. “Otur otur, bu son görüşmemizdir!”” dedi. Gözlerinden yaş geldi, teselli ettim. Tesellinize teşekkür ederim, fakat vakit çok yakın”” dedi.
Son defa müsaade edip kalktığım zaman ayak üzerinde durdum. ””Nasıl kardeş, bir emriniz var mı? Yapılacak bir hizmet var mı? dedim. Estağfirullah.
Ricam var”” dedi.
Nedir, buyurun dedim. Cevabında
””Fatiha”dan unutmayınız”” dedi. -Ah Cevdet bunlar hep açlık, halsizlik, asap bozukluğudur dedim. İçini çekti. “Öyle olsun”” dedi. Ayrıldım. Cenab-ı Hakk ona rahmetini esirgemesin. Yeri cennet köşkü olsun!.