I- MUHAMMED ABDÜH KİMDİR?
Muhammed Abdüh, aslen Türkmen olan bir baba ve kesin olmamakla beraber Hz. Ömer neslinden gelen bir annenin çocuğu olarak 1266/1849 yılında Mısır”da dünyaya gelmiştir. Çocukluğunda atıcılık, yüzme ve biniciliğe meraklı olan bu zat, daha sonra kendisini tasavvuf ve felsefeye vermiştir. Eğitim ve yazarlık işlerini beraber yürüten Abdüh, 40 yaşından sonra Fransızca”yı öğrenmiş, İngilizler”in Mısır”ı işgali üzerine onlara karşı mücadele etmiş, üç ay hapis yattıktan sonra Şam”a sürgün edilmiştir. Oradan Paris”e giden Abdüh, orada yakından tanıştığı Cemaleddin Efgani ile beraber bir de gazete (EI-Urvet”ül-Vüska) çıkarmıştır. Paris”ten Beyrut”a oradan da 1306/1888 yılında Mısır”a dönen Abdüh, önce kaldığı, sonra da Mısır müftülüğüne getirilmiş ve 1323/1905 yılında vefat edinceye kadar bu görevine devam etmiştir.
Muhammed Abdüh, bazılarıncâ yerden yere vurulan ve bazılarınca da göklere çıkarılarak “imam” ünvanı verilen bir şahsiyettir. Yarım kalmış bir tefsiri ve on küsur küçük eseri vardır. Kendisini sevenler onu ” îmam” diye vasıflandırır ve son asrın yetiştirdiği büyük müçtehitler arasında kabul ederler. Sevmeyenler ise, onun ”imam” olduğunu haklı olarak kabul etmedikleri gibi, işi çığırından çıkararak onu dine karşı olan bir mason olarak vasıflandırırlar. Meselenin hakikati şu olsa gerektir: Muhammed Abdüh, Mısır müftüsü olacak liyakate sahip bir İslâm âlimidir, allamedir. Ancak “akıl ile nakil taarruz ederse (çatışırsa) akıl tercih ve nakil te”vil edilir” kaidesini kendi aklına göre yorumlamıştır. Bu kaidenin ”fakat akıl, akıl olsa gerektir” kaydını unutmuş ve akıl feneriyle Kur”an denizinin derinliklerindeki her çeşit cevheri bulabileceğini zannetmiştir. İslâm birliğinin atesli müdafilerinden birisi olan Abdüh, bir yıldız böceği gibi olan akıl fenerine güvendiği için bazen açık hakikatları tahrif edecek kadar ileri gitmiştir. Misal olarak Elmalılı Hamdi”nin şu ifadelerini nakletmekte fayda görüyoruz:
“… Hammer”in bile bir ihtimalden ileri götürmediği bu fil vak”asındaki ebabil kuşlarının attığı taşların çiçek illeti (olduğu) sözünü, teessüf olunur ki, Abdüh, fahiş bir tedlis ü tagsis ile tevatür miyanına karıştırıp rivayetlerin ittifak ettiği sahih bir haber imiş gibi ileri sürmeğe çalışmış ve güzel bir başlangıçla başlayan kelâmını güya bir incelik göstermek üzere mikroplara bulamıştır.[1]”
Bütün bunlara rağmen onun bir İslâm âlimi olduğunda şüphe yoktur. Bu yazımızda onun önemli bir lâyihasından bahsederek hakikati daha yakından öğreneceğiz ve menfi yönlerinin yanında bazı müsbet vasıfların da bulunduğunu göreceğiz.
II- OSMANLI DEVLETİ VE EĞİTİM SİSTEMİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Tanzimat dönemi, içte ve dışta devletin, Osmanlı milletinin ve dinin aleyhindeki karanlık fikirlerin rahatça açıklanabildiği ve her şeyin maskeler ve sembollerle anlatıldığı acı bir devre olmuştur. İstenenin tersi gerçekleşmiştir. Mısır”da da durum aynıdır. Hıristiyan ve Yahudi asıllı Arapların körüklediği Arap ırkçılığı ve Osmanlı düşmanlığı ateşi Arap âlemini kasıp kavurmuştur. Bu dönemde bile müslüman Araplar, aldatılan belli bir azınlık dışında, Osmanlı Devleti”nin devamını şiddetle arzulamaktadır. Biz sözü uzatmadan, O günlerin şöhretli bir âlimi olan Abdüh”ün Osmanlı Eğitim sistemi hakkındaki görüşlerini özetleyen zamanın Şeyhülislâmı”na arz etmek üzere kaleme aldığı bir lâyihasını aynen takdim edeceğiz:
“Devletlü, Semâhatlü Şeyhülislâ”ma Arz olunur;
Bismillâhirrahmanirrahîm.
Allah”dan başka ilah yoktur; O, tekdir ve şerîki mevcut değildir. Güç ve kuvvetimizi ondan alırız. Salât ve selâm, O”nun peygamberi Muhammed”e, âl”ına ve sahabelerine olsun. “Tarik” gazetesinde çıkan bir irâde-i seniyyeyi bütün müslümanlar gibi, biz de duyduk ve sevindik. Bu irâdeye göre Şeyhülislâmın başkanlığında, Fetva Emini Nuri Efendi, Meclis-i Maarif reisi Hüsnü Efendi, Abdunnâfi Efendi ve Hoca İshak Efendi”den teşekküI eden bir komisyon teşkil edilmiş. Gaye, İslâmî medreselerdeki ders programlarını, bütün müslüman çocukların eğitimini temin, onlara İslâm dininin zaruriyatını telkin ve onları arzu edilen seviyede İslâmî ahlâk ve âdaba göre terbiye edecek şekilde düzenlemek ve ıslah etmek olduğunu öğrendik.
Şeyhülislâm ve komisyonun değerli üyeleri, her ne kadar sağlam fikirleri ve geniş kültürlerinden dolayı bizim gibilerin meşveretine muhtaç değillerse de, hamiyyet-i diniyemiz bizi, hatırımıza gelen hakikatları, acz ve kusurumuzu itiraf ile beraber, yetkililere anlatmaya sevk etmektedir. Bu konuda Hz. Ali (r.a.)”nin şu sözü rehberimizdir: “Allah”ın kulları üzerindeki bir hakkı da, kulların ellerinden geldiği kadarıyla nasihat etmeleri ve hakkın yerine gelmesi için karşılıklı yardımlaşmalarıdır. Hiç bir kimse, makamı yüksek ve dinde faziletli ve üstün de olsa, Allah”ın kendisine yüklediği bu görevin (yani Allah hakkının) ifasında” yardıma muhtaç değildir”diyemez. Ve hiç kimse de insanlar küçük görse de ve gözler kendisine kötü baksa da, bu konuda elinden geleni esirgeyemez.
Müslümanlardan her kalp sahibi bilir ki, Osmanlı Devleti”nin muhafazasına çalışmak, Allah”a ve Peygamberi”n imandan sonra imanın üçüncü rüknüdür. Zira Osmanlı Devleti, dini tam manasıyla ve bütün gücüyle omuzuna yüklemiş bulunan,İslâm”ın tek devletidir. Ondan başka dini koruyacak devlet (sultan) yoktur. Ben, Allah”a hamdolsun, bu akide üzerindeyim. İnşallah böyle yaşar ve ölürüm.
İslâm hâkimiyetinin (hilâfetinin) kaleleri ve surları vardır. Bu surların en sağlamı mü”minlerin kalbindeki güven ve hâkimiyet duygusudur. Güveni pekiştiren ve hamiyeti kalplerde ateşleyen şey de, sadece dinden gelen mânevî duygulardır. Kim, vatan, millet ve benzeri tantanalı sözlerin, fertlerin himmetini harekete geçirip istenen gayelere çevirmede, dinin yerine geçeceğini zannederse, doğru yoldan sapmış olur. Müslümanların durumuna gelince, zaman onlara zulmetmiş, günler iman düğümlerini çözmüş; bu sebeple inançları zayıflamış, yakınî imanları, dinin ve imanın hakikatlarını bilmediklerinden cehlin karanlıkları ile çepeçevre sarılmıştır. Bu iman za”fı, ahlâkta fesada, tabiatlarda bozulmaya ve nefislerde alçalmaya yoI açmıştır. Maalesef çoğunluk dağda otlayan hayvanlara benzer hale gelmiştir. Bütün gayeleri, ölünceye kadar yiyerek, içerek, evlenerek ve hayvanî duygularını tatminde yarışarak yaşamaktır. Bunlar olduktan sonra, izzet ve hâkimiyetin Allah peygamberi veya halifeye mi yoksa başkalarına mı ait olduğu onları ilgilendirmemektedir. İşte Hintliler, Mâverâünnehir”de yaşayan Türk kabileleri ve benzerleri, bu acı halin en müşahhas misalleridirler. Bu belâ, belli bir millete has değildir, belki bütün müslümanlar için söz konusudur. Hatta Osmanlı Reâyasına da bu belanın, eğer emîrülmüminîn olan padişah müdahele etmezse, dokunacağından korkulmaktadır.
Buna iman za”fı, yabancı şeytanlara, bir çok müslümanın kalbine girebilmek ve onların hevâ ve arzularını desiseleri ile aldatabilmek için gedikler açmıştır. Çok sayıda müslümanların akıllarını çelmişler, sonra da Osmanlı topraklan da dahil olmak üzere misyonerlerini İslâm ülkelerine müslümanları sapıtmak için göndermişlerdir. Nerde müslüman bir bölge varsa, orada bir Amerikan Okulunun veya bir başka Avrupa dinî cemaatinin okulunun bulunduğunu görüyoruz. Müslümanlar, çocuklarını dünyevî refah açısından yarârlı olduğu zannedilen bazı ilimler öğretilir tamâ”ıyla o okullara göndermekten asla çekinmiyorlar ve hatta zaruri addediyorlar. Bu vurdumduymazlık, sadece avâmda değil, dinine bağlı dindarlarda ve hatta bazı yüksek dinî rütbelerde bulunanlarda da görülmektedir.
Gençlik çağının heyecanlı dönemlerinde yabancı okullara giren müslüman çocukları, söz konusu okullarda sadece İsIâm dinin”ın temel esaslarına ters düşen şeyler duyuyor ve şer-i şerif e muhalif olan şeyleri görüyorlar. Belki kulakları sadece dinlerine ve babalarının inançlarına söven, atalarına tam bir teslimiyetle îtaatlarını ayıplayan şeyleri dinliyor. Ne acı ki, bunları, ister istemez kabul de ediyorlar. Zira, babalarının izniyle kendilerinin terbiyesiyle görevli hocalardan bunları duyuyorlar. Onların ileri sürdüğü bozuk fikirleri ve batıl görüşleri naklederek sözü uzatmayalım. Zaten konu herkesce bilinmektedir. Bu müsİüman çocukların eğitim ve öğretim çağları tamamlanmadan, kalpleri her çeşit İslâmî inançtan sıyrılıyor ve İslâm adı altında ehl-i küfür haline geliyorlar. Mesele bununla da kalmıyor, ayrıca bu tiplerin kalpleri yabancılara sevgi ile dolup, fikir ve arzuları onların aldatmacalarının esiri oluyor. Artık onların dilediği şekilde hareket ediyor ve kendilerini kirleten her şeyi söz veya fiilleriyle cemiyet içinde de yaymaya başlıyorlar. Böylece milIete belâ ve devlete cefâ haline geliyorlar. Eğer müslümanlar bu durumu idrâk edebilseler, çocuklarını, akîdede müslüman ve şahsiyette OSMANLI olarak kalmakla beraber, en güzel şekilde yetiştirmek için her çeşit mâli imkânı sağlayacaklardır.
İşte, cehaletin müslüman milletin başına açtığı belâ, bü belâların en şiddetlisidir. Eğer, emîr”ül-müminîn olan padişahımız gayret sarf etmezse, bu belânın tehlikelerinin devam edeceğinden korkuyoruz. İslâmî mektep ve medreseler, ya tamamen din eğitiminden mahrumdur veya çok az bir din eğitimi yapılarak sadece ibadetlere dâir kısa ve lafzı okuyup manâdân haberdar olmamak şeklinde bazı dersler verilmektedir. Bu sebeple çoklarını gördük ki, yeni açılan askerî veya mülkî okullarda, dinden ve iman hakikatlerinden mahrum bir eğitim görmüş, şehvet ve lezzetlerinin peşinde koşuyorlar, gizli-açık Allah korkusu kalplerinde aslâ yer etmemiş. Kazanmak, geçim vasıtalarını temin etmek hususunda, köpekler gibi çalışıyor, haram-helal, iyi veya kötü mefhumlarını bir tarafa bırakıyorlar, Mi1let ve devlet müdafaası deyince, rahata meyledip hıyânete düşüyorlar. Her vesile ile nefislerini tatmin cihetini tercih ediyorlar. Kısaca dini bilmemek ve iman za”fı, Allah”ın koruduğu çok az bir grup dışında, bütün müslümanları derecelerine göre tehdid eden büyük bir hastalıktır.
Bu sebeple, bu şekilde yetişen genç neslin, askerî hizmetten kaçtıklarını ve devlete hizmetten kurtuluş için türlü hileler aradıklarını müşahade ediyoruz. Halbuki askerî hizmet, kendilerinden istenen en önemli dinî farîzalardandır. Ve yine müslümanların, devlete yardıma da”vet edildiklerinde cimrilik ettiklerini, halbuki aynı cimriliği şehvet ve arzulannı tatminde göstermediklerini görüyoruz. Diğer milletlerde ise, durum tam aksinedir. Dinlerinde böyle bir emir bulunmasa bile, onların askerî durumlarını nizam altına almak için birbiriyle yarıştıklarını görürüz. Bütün bunların sebebi anlattığımız hakikattır. Müslümanların nefislerinde akıl lambası sönmüştür; bağlanacak bir bağ ve sığınacak bir camia bulamıyorlar. Paramparça olmuşlar, önemli bir topluluk zannedersin, ama kalpleri parça parçadır. Bunun sebebi, onların hakikatleri idrak edemeyen bir topluluk haline gelmeleridir.
İşte durumumuz budur, biz az bir kısmını zikrettik. Allah bilir ya, vâkıâ bu haller, anlatacağımız çoktan daha çoktur. Esef nefesleri ve hüzün bağırtıları içindeyiz. Zira biliyoruz ki, yabancılar kurtlarını içimize göndermiş, dağınık ve yalnız kalmış fertlerimizi parçalıyorlar. Nefislerdeki fesadın sür”atle yayılışı, her yıl bir önceki yıla göre daha kötü oluşunu gördüğümüz için, gözler önündedir.
Müslümanların bu rezalete dönüş sebeplerini araştırırsak, sadece tek bir sebep olduğunu görürüz. O da, dinî eğitimdeki ihmâl ve kusurumuzdur. Ya tamamen ihmâl -bazı beldelerde olduğu gibi-; ya da diğer bazı beldelerde olduğu gibi, dinî eğitimi doğru dürüst veremeyişimizdir. Dinî eğitimini tamamen ihmal ettiğimiz avam tabakası, maalesef her yerde dine değil sadece ismine sahiptirler. Bazı akideleri bulunsa da, cebriye veya mürci”e gibi ba”zı bâtıl mezheplerin inançlarının kalıntılarıdır. Meselâ`kulun yaptığı işlerde iradesi yoktur; yaptığı her şeyi zaten yapmağa mecburdur. Bu sebeple farzların terki ve günahların irtikâbından dolayı sorumlu değiliz derler. Yine Allah”ın rahmeti boldur, bütün günahları affeder, azap söz konusu değildir. İnsan istediği günahı işlesin ve dilediği farzı terk etsin yine azap yoktur diye söylerler. Bu ve benzeri sözler, dinin esaslarını gönüllerde yıkar, hamiyyet duygusunu kalplerden siler. Bütün bunların sebebi, avâmın iman esaslarını öğrenmemesi ve Kur”ân ile sünnetteki hakikatlardan gâfil kalmasıdır.
Az da olsa dinî eğitim görmüş olanlara gelince, bunlardan bir kısmının bütün himmeti, temizlik ve necaset hükümlerini, namazın ve orucun farzlarını öğrenmektir. Bunlar, dinin, sözkonusu iki ibadetin edasına münhasır olduğunu zannederler. Fıkıh kitaplarındaki şekliyle bunları edâ ettimi, diğer rükünleri heder etseler de, dini ikame Etmiş sanırlar. Bunlar bir öncekilerle, zikredilen bozuk akidelerde müşterektirler. Bu gruptan bazıları ise, muâmelata dair tatbikî fıkıh hükümlerini öğrenir; çoğu bu ilmini, kazanç veya san”atına vesile yapar. Bunların içinden bazıları da, müftülük, kadılık ve müderrisliğe rağbet ederler ve bu meslekleri sadece bir maîşet vesilesi olarak görürler. Geçim derdi ilimlerine muhalif bir tavır sergilerse, ona aldırmazlar ve câhiller gibi bâtıl akidelere dayanırlar. Bu tiplerin bozuk amelleri, sadece kendi şahıslarında kalmaz, avâma da sirâyet eder. Bu sebeple son gurup, avâma ve havasa en tehl”ikeli olan gruptur ve sayıları da az değildir. Evet, hayrın Muhammed ümmetinde olduğu inkâr edilemez ve bu ümmette Kur”an”ın sınırları içinde yaşayan, dinin sağlam kulpuna sarılan, kalplerindeki iman hamiyet ateşini körüklediği için himmetlerini dine hasreden insanlar yok değildir. Ancak azınlıktadırlar. Bunların sayısı, diğerlerinden gelen şerrin def”ine yetmemektedir. Eğer Allah, halifemizin bu meseleye eğilmesi yoluyla bu ümmete lutfetmeseydi, bu ümmet kötü amellerinin cezasını hemen çekecek ve Allah”ın hükümlerini kulak ardı eden sapık bir toplum haline gelecekti.
Büyük halifemiz bu meseleye nazar ettiler. Ve eğitim meselesinin çaresine bakılmak üzere irade-i seniyye isdâr eylediler. Ne büyük bir nimet ve ne azim bir merhamettir bu; müminlerin kalplerini memnun etmiş, bu iradenin sudür müjdesi doğruların yüzlerini güldürmüş ve emir”ül-mü”minin olan halifemizin, şevketinin artması, devletinin devamı ve şanının yücelmesi için Allah”a yakarış sadâları her taraftan yükselmiştir.
Zikredilen durumları düşününce ve hem şeyhülislâmın hem de komisyon azalarının vâkıf olduğuna inandığımız ancak kısaca işaret ettiğimiz sebepleri göz önüne alınca, anlıyoruz ki, emir”ül-mü”minîn olan halifemiz, eğitim tarzı, yine eskisi gibi camilerde ve bazı âlimlerin yanında devam etmekle beraber, sadece İslâmî okulların ders programlarını ıslah ederek, arada bazı fıkıh kitaplarının da okutulmasını irade etmektedir. Zira tatbikî (amelî) ilimler, sağlam itikat esaslarına dayandırılmadıkça, yine yıkılmaya mahkûmdur. Yerleşse de sadece ihlastan uzak amelleri meyve verir, istenen neticeyi vermemekte bâtıl şeylere benzer. Halifenin mutlaka şunları irade etmiş olması gerekir: önce, nazarların akideyi kuvvetlendirip onu akıllarda hâkim kılacak iman ilimlerine çevrilmesi, sonra bu İlimIerin insan nefsine tattıracağı lezzetlerin hatırlatılarak nefislerin terbiye edilmesi; bunu takiben insân nefsinin halleri ve ahlakî yapısını öğreten bâtınî fıkhın öğretilmesi; insanı helâka götüren yalan, hıyânet, gıybet, kıskançlık, cimrilik ve benzeri kötü ahlaklarla; insanı kurtuluşa erdiren doğruluk, güvenilirlik, rıza, cömertlik, şecâat ve diğer faziletlerin anlatılması; buna ilâveten Kitap ve sünnette zikredilen ve de İslâm âlimlerinin ittifakla kabul ettiği helâI ve haram ilminin kısaca verilmesi; sonra bunları koruyacak ve nefsi bildikleriyle amele sevk edecek terbiyenin temini. Zikredilen ilimlerdeki eğitim ve öğretim, tamamen şer”-i şerife göre olâcak, yani kaynağını Kitap, sahih sünnet, sahabe görüşleri ve imam-ı Gazali ve emsali gibi onların yolundan giden selef âlimlerinin görüşleri ve eserleri teşkil edecektir. Ana gaye iki esastır: Birisi, ıslah ve diğeri de istenen ıslâhâtı doğuracak terbiyedir. Bunları, ikisini de takviye edecek bir başka ilim dalı daha takip etmelidir ki, o da İslâm tarihi, yani özellikle Hz. Peygamber, sahabesi, râşit halifeler devri ve bunların izinde giden OSMANLI HALİFELERİ”nin tarihidir. İhtiyaç duyulan dinî ilimlerin özeti budur. Ancak, her biri ilk, orta ve son safha olarak ayrılmalıdır. Bunlardan her biri, insanların her tabakası için gıda hükmündedir. Dinî ve siyasî hayatın kıvâmı, bunlar iledir.
İnsanları üç tabakaya ayırıyor ve her biri için bu ilimlerin belli sınırlar içinde verilmesini teklif ediyoruz:
Birinci tabaka; san”at, ticaret ve ziraatla uğraşan avam tabakası.
İkinci tabaka; devlet işlerini yürüten, askeri hizmetleri ifa ile,vatanı koruyan ve değişik rütbelerde adr görevleri yapan idareci tabaka.
Üçüncü tabaka ise; irşad, eğitim ve öğretim hizmetlerini yapan âlimler tabakasıdır. Bu taksimden gayemiz, her tabakadaki insanın daha fazla kemâl arzusuna set çekmek değildir; belki gaye, her tabaka için zaruri olan dinî eğitimin sınırlarını çizmektir.
BİRİNCİ TABAKA: İlköğretim safhasıdır. Yani okuma, yazma ve hesap ilminin temel esaslarıyla yetinecek olan müslümanların çocuklarıdır. Belli bir seviyede bunlar öğretilir; muamelelerinde, kendilerine öğretilenlerden yararlanırlar. Sonra da san”at, ticaret, ziraat ve benzeri hususlarla meşgul olurlar. Bunlar, askerî ve mülkî rüşdiye mektepleri ile vakıf mektepleri gibi okullardır. Devletin bunlardan beklediği itaat ve bağlılık duygusudur. Ruhlarını, icab ettiğinde seve seve vermeliler; mallarını, gerektiğinde Allah için, kızmadan ve rızalarıyla bol bol harcamalılar. Yabancıların propagandası kalplerine yol bulup girmemeli. O halde ilköğretim safhasında kalplerine ve gönüllerine hamiyyet ve İslâmî milliyet duygulan yerleştirilmeli. Bunun yaşanmış misâli, İslâm”ın ilk doğuş devri ile Osmanlı Devleti”nin ilk hilâfet yıllarıdır. Bugün Avrupa devletlerinde de bu ruh, atalarımızdan geçmiş bir emanet olarak mevcuttur. Çocuklarımız, bu ideale ve gayeye ancak ve ancak sağlam bir iman, sâbit bir istikamet ve samimi bir sevgi ile ulaşabilirler. Bu sebeple, bu seviyedekilerin dinî eğitimi için şu çeşit kitapların okutulması gerekir:
1- İslâm mezhepleri arasındaki görüş ayrılıklarına girilmeden EHL-İ SÜNNET indinde ittifakla kabul edilen İslâmî inançlara dâir muhtasar bir kitap Bu kitapta, iman esasları, misallerle donatılmış ikna edici delillerle isbat edilir. Kur”an â etleri ve sahi hadislerle açıklanır. Hıristiyanlarla aramızdaki ihtilâflı hususlar üzerind önemle durulur ve genç talebelerin zihinleri, her bölgeye yayılmış olan misyonerler ve propagandacıların şerrinden korunmak için onların batıl inançları belirtilir.
2- Helâl- aram, kötü ve iyi ahlak, Kur”an”da ve sünnette bulunmayan, avama zararlı olan ve sonradan ortaya atılmış bid”atlarla ilgili kısa bir kitap. Bu kitapta Kur”an ve hadisten deliller ile selefin uygulamasından misaller zikredilir. Kitabın temelini, insanın sadece Allah”a kul olması ve Allah ile Resül”ü dışında her şeyin mânâsız olduğu hakikatını anlatmak teşkil edecektir.
3- İslâm tarihi ile ilgili kısa bir kitap ise, Hz. Peygamber”in ve sahabelerinin örnek ahlâkları ve yaptıkları büyük işlerle ilgili özetlerle beraber, din uğruna maI ve canların feda edildiğini, İslâm”ın kısa bir zamanda ok az taraftarı ve çok sayıda düşmanlarına rağmen nasıl hâkimiyetini tesis ettiğini, bunun tek sebebinin ihasla cihad ve ittihad ruhu olduğunu özetleyecektir Sonra da Osmanlı halifelerinin tarihi kısaca anlatılacaktır.
Bu kitaplar, bütün Osmanlılara dağıtılacaktır. Yani Osmanlı Arapları”na Arapça,Osmanlı Türkleri”ne Türkçe, saire takdim edilecektir. Bu kitaplarda zikredilen âyet ve hadisler, kendi dillerinde yazılacaktır.
İKİNCİ TABAKA: Bunlar; Şer”iye, Mülkiye, Harbiye, Tıbbiye ve Sultaniye gibi yüksek okullarda okuyan müslüman çocuklardır. Devletin bunlardan beklediği, bunların dinin ve devletin bekçileri olmalarıdır. Askerî sınıf, canını kılıcının ucunda bilecek, ölecek veya zafer kazanacaktır. Adliye sınıfı, adalet terazisini elinde tartacaktır. Adaletin kefelerine bakacak, ağır geleni tercih, düşeni ise ıskat edecektir. Hakkı bulup hükmedecek ya da ölecektir. İdareci grup ise, dirâyet ve ihtisas gözlüğünü eline alacak, vatandaşın gizli haklarını ortaya çıkaracak, ölünceye kadar vatandaşların maslahatlarını korumak için devleti ayakta tutacaktır. Bu tabaka, ilk tabaka için yukarıda belirtilen ilk dinî eğitimi almakla birlikte, ayrıca yüksek okullarda şu kitapları da okumalıdırlar:
1- Mantık, münâzara ve cedel ilimlerinin mühim mevzularını ihtiva eden ilimlere giriş kitabı.
2- Akidelerle ilgili bir kitap. Bu eserde yine İslâm mezhepIeri arasındaki görüş ayrılıkları zikredilmeksizin aklî delillerle te yid edilmiş temel esaslar zikredilir. Ancak hıristiyanların fâsid akideleri, en güzeI bir şekilde ortaya konarak, hıristiyanlarla bizim dinimiz arasındaki farklı inançlar izah olunur. Ayrıca İslâm inançlarının uhrevî saadet yanında dünyevî ve medenî hayatı da temin ettiği anlatılır.
3- Helâl ile haramı ve faziletlerle kötü ahlâkı ilk öğretimdekinden daha ayrıntılı bir şekilde açıklayan bir kitap. İyi ve kötü ahlâkın sebepleri,ve neticeleri, aklı ikna ve nefsi tatmin edecek şekilde izah edilir. Sonra da dinî hükümlerin hikmetleri ve dünyevî hayata olan faydaları, dinin esasları, selef-i salihîn”in hayat tarzı esas alınarak açıklanır. Her iki kitabın da gayesi, kalplerde hamiyet-i diniyeyi uyandırmak ve nefisleri ulvî şeylerden başka bir şey istemeyecek yüce bir makama yükseltmektir.
4- Hz. Peygamber”in hayatı, ashabının hayatı, değişik asırlardaki büyük İslâmî fetihler ve Osmanlı Halifelerinin yaptıklarını anlatan tafsilatlı bir tarih kitabı. Hâdisler, tamamen dinî açıdan takdim edilmeli, siyasî yönleri bahsedilse bile, ikinci derecede ka malıdır. Bu kitapta İslam hâkimiyetinin yeryüzünün çeşitli bölgelerindeki durumu nakledilmeli ve kalpleri, mevcudu muhafazadan ziyade, kaybedileni aramaya tahrik edecek ifadeler kullanılmalıdır. Sonra da bütün tafsilatıyla İslâmın terakki sebepleri açıklanmalıdır.
Bu guruptaki gençlerin, tıpkı birinci gurupdakiler gibi, zikredilen kitapları kendi ana dilleriyle okumaları yeterlidir. Arapça ifadeler,Arap olmayanlar için açıklanırlar. Bunların dinî eğitimleri ” için Arapça öğrenmeleri, ibadetlerde farz olan miktar dışında zarurî değildir. İbadetlerde okuduklarının mânâlarına tefsir yoluyla vâkıf olmaları, söylediğini anlamak isteyen bir okuyucu için gereklidir. Böylece, şâriin istediği şekilde, zikrin fikirde tesiri de sözkonusu olur. Bu guruba İslâmî ilkokullarda öğretim hizmetini ifa edecek olan elemanlar da dahildir. Bunların, mutlaka bu iş için zaruri olan hamiyyet, iffet, devlet sevgisi, şer-i şerif”in hükümlerine vâkıf olma, yasaklar ve emirleri bilme ve dinden olan şeylerle olmayanları birbirinden ayırma gibi vasıflara sahip olmaları gerekir.
ÜÇÜNCÜ TABAKA: Yukarıda zikredilen iki tabakaya ait kitapları halleden ve imtihanla bu konudaki imtiyazlı idrâki ve istenen vasıflara sahip olduğu sâbit olan müslüman çocuklarıdır. Bunlar, ilim ve amelde en yüksek derecelere seçilmek için ayrılır ve bu ümmetin ilim ve irfan rehberi olurlar. Yüksek okullar, ortaöğretim ve hatta ilköğretimdeki dinî öğretim -sayıları yeterli olursa- bunlara tevdi” edilir. İçlerinden ehil olanlar da kendi tabakaları için öğretim elemanı olarak seçilir. Devletin bunlardan istediği gayenin elde edilebilmesi için, üç veya dört kitabın okutulması yetmez. Bunların daha çok kitap okumaları, dinde basirete ve hitabette yeterli kudrete sahip olmaları, gerekir. Zira malûmdur ki, irşadı talep edene yeten şey, mürşide yetmez. Bunun için ihtiyaç duyulan ilimleri, kitapları isim olarak zikretmeden , kısaca belirteceğiz.
1- Kur”an Tefsiri. Kur”an”ın arzuyla ve anlaşılarak okunması ve Allah”ın onda zikrettiği hikmet ve sırlardan haberdar olunması için en önemli ilim, tefsir ilmidir. Kur”an, müslümanların başarısının sırrıdır. Müslümanların kaybettiklerini kazanabilmelerinin tek yolu ona dönmektir. Kur”an”ın sesi, kalplerinin derinliklerinde yansımadıkça ve onun hakikatları tabiatlarını sarsmadıkça, müslümanların, bulundukları uykudan uyanmaları mümkün değildir. Kur”an,-kendini talep edene yakındır. Özellikle Arapların her çeşit tarihî ve ebedî değerleri de onda mündemicdir. Kur”an”ın hakiki manalarının anlaşılması için, onu tefsir eden ve manasını esas alan Keşşaf Tefsiri ve Nisaburî Tefsiri gibi eserler okunmalıdır.
2- Kur”an”ı tefsir eden ve açıklayan Resulüllah”ın beyânlarını almak ve Kur”an”ın nassına muhalif olan hadisleri kabul etmemek şartıyla hadis ilmi.
3- Kur”an ve hadisi anlayabilmek gayesiyle Arap Dil ve Edebiyatı ile ilgili nahiv, sarf, maâni, beyan ve benzeri ilimler.
4- Gazali”nin İhya”sında yaptığı gibi bütün tafsilatıyla ah lâk ilmi.
5- Şer”î nasslardan hükümler çıkarabilmek ve şer”î hükümlerin anlaşılması için gerekli olan küllî kaideleri öğrenmek üzere usul-i fıkıh ilmi. Bu konuda Şatıbî”nin El-Muvâfakât adlı eserini tavsiye ediyoruz.
6- Eski ve yeni tarih ilmi. Buna, Hz. Peygamber”in hayatı (tafsilatlı olarak); İlk İslâm devletlerindeki inkılâblar; Osmanlı Devleti tarihi ve İslâm”ın bu dönemde haçlı seferlerinden sonra girdiği durgunluk devresini atlatması ve sâire, bütün İslâm tarihi dahildir. Bütün bunlar, dini bilmemenin, hükümlerinden inhiraf etmenin ve de İslâm milletinin zayıflamasının tek sebebi ihtilaf olduğunun izahı içindir.
7- Hitâbet, ikna ve cedel ilmi de, manaların zihinlere yerleştirilmesi, iman esaslarının gönüllerde tesbiti ve nefisleri ilzam için gereklidir.
8- Kelâm ilmini ve akideleri öğrenmek için değil, belki geniş fikirli ve kültür sahibi olmak için değişik mezheplerin görüşlerini bütün delilleriyle öğrenmek de gereklidir. Ayrıca aklî meselelerde ihata gücünün artması için, bazı İslamî felsefe kitaplarının okunmasında da zarar yoktur.
İşte son tabakanın mutlaka okuması gereken ilimler bunlardır. Yukarıdaki öğretim metoduna uyulduğunda, bu tabakanın ilim ve amelle bezeneceği bir gerçektir. İbadet ve muâmelâta dair olan fıkıh ilminden hiç bahsetmedik. Zira ibadetler konusu, talebeler için kolaydır. Muâmelat konusuna olan ihtiyaçta ise, bütün Osmanlı ülkesindeki müslüman, zımmî ve yabancı her talebe, hakkını müdafaa ve talep için bunu öğrenmeye mecburdur. Diğer dil, fizik, tabiat, idare ve Osmanlı Maarif Nezareti”nin belirlediği dersler ise, zaten her medresede kanuna göre okutulmaktadır. Bunların dine zararı yoktur. Belki din onları, onlar da dini takviye eder
Bu son tabakanın özellikle Şeyhülislâm”ın nezâreti altında olması gerekir. Özel bir idaresi olur. Seçkin hocalar getirtilir. Talebeleri idrak, zekâ ve ahlâk açısından imtihanla en iyiler arasından seçilir. Okutulan ilimlerde ciddi bir imtihan, hal, hareket ve ahlâkı konusunda da tam bir soruşturma yapmadan diploma verilmez.
Bu üç derecedeki okullarda tedrisin gayesi, kalplere din sevgisini yerleştirmek ve her işte asıl gayenin o olduğunu öğretmektir. Böylece, bütün talebeleri aynı gayede birleştirmek mümkün olur. Bütün işlerinde aynı gayeyi güderler. Ruhî ve manevî duyguları, din hizmeti ve onu müdafaa eden Emir”ülMü”minîn”e meyleder. İslâm milleti, öyle bir millet olur ki, heybetinden korkulur ve gadabından ürkülür. Devlet, böylece haricî siyasetinde de güçlü hale gelir, müslümanlar dahilî rahata kavuşur. Kısaca eğitim programlarının ıslahı, ölmek üzere olan İslam milletinin ihyasıdır.
Bu sebeple, zikredilen ilimlerde ve özellikle de ahlâk ve âdâb gibi sosyal ilimlerde, eğitim ve öğretimin, kalplere mânâIarı göndererek onları harekete geçirecek ve gönülleri gafletten belIik rehâvetinden kurtaracak şekilde bir hitabetle yapılması gerekir. Dersin yanında, öğrencilerin ne yaptıkları ve ne ettikleri de takip edilmeli; öğrendikleri ilimlere aykırı hareket ettikleri veya inandıklarını yapmada kusur gösterdikleri takdirde, hataları onlara hatırIatılmalı. Bu ihtarda, kalplerini tahrik ve gönüllerini etkileyecek bir üslup kullanılmalıdır. Bu sebeple öğrenim kadrosunun da imkân dairesinde aklî ve ahlâkî açıdan mükemmel olması gerekir.
Allah”ın “Eğer Allah”ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder. Ayaklarınızı sâbit kılar.”; “Bizim yolumuzda cihâd edenlere yollarımızı kolaylaştırır ve yol gösteririz”; “Allah kendisinden korkan müminlerle beraberdir”; “Kafirler istemese de, din-i İslâmı bütün dinlere galip kılmak için…” va”dlerine güvencimizden; yine rabbimizin “Allah bir kavmin durumunu, kendileri hallerini değiştirmedikçe değiştirmez” haberini bildiğimiz ve Avrupa devletlerinin halinden haberdar olduğumuz için, kesin olarak biliyoruz ki, dinî eğitimin zikredettiği şekilde ıslahı, bütün Osmanlı ümmetinin ruhlarına sirâyet edecek yeni bir hayat olacaktır. Kısa zamanda bu durum, bütün müslümanların birleşmesi meyvesini verecek ve düşmanlarımıza rağmen Osmanlı Devleti”nin şemsiyesi altında bütün müslümanlar toplanacaktır. Bu âcizlerinin kanaatı, devleti ve milleti koruyacak olan tek şey budur. Bunun için sarf edilecek gayret, herhangi bir dahilî veya haricî-siyasî işten daha faydalı olacaktır.
Zira siyaset kuvvetledir. Kuvvet ise, şeref ve satvetle olur. Bu da birlikle te”min edilir. Birlik itaatla olur. Gerçek itaat da sağlam imanla mümkündür. Sağlam iman da, arz edildiği şekilde te”min edilir. Osmanlı ülkesindeki müslümanların çoğunluğu, dertlerinin devasının dinin emirlerine dönmekte olduğuna inanmaktadır. Hamdolsun O Allah”a ki, devletimizi, istediklerini te”min için muvaffak eylemiş.
İşte Şeyhülislam”a arz ettiğimiz hususlar bunlardır. Kabul görürse, bizim ve müslümanların arzuladığı zaten budur. Görmezse biz aczimize rağmen görevimizi yaptık. Allah”tan Emir”ül Mü”minin ve devlet erkânını, istediklerimizi yapmakta muvaffak kılmasını diler, halife-i A”zam”ın muzafferiyetine dua eyleriz.
VÂİZLER VE MÜRŞİDLER HAKKINDA
Bir tetimme olarak dinî irşad görevi hakkında da kısaca arzda bulunacağız:
Osmanlı Devleti”ndeki mektep ve medreseler, Osmanlı reâyâsına göre az değilse de, yaşayan ahaliye göre azdır. Zira köylerdeki çoğunluk ve uzak bölgelerde yaşayan Araplar, evlatlarının eğitimini zaruri görmemekte ve yeterince de terbiye edememeketdirler. Ders programlarının ıslahı, onlara yararlı olamaz. Onlar bu ıslahattan mahrum kalırlar. Öğretim yaşını geçenler için de aynı şey söz konusudur. Her iki grup da devletin bir parçasıdır. Onların da hak ve vazifeleri vardır. Onların cehaleti de, devlete ve kendilerine zararlıdır. O halde onların da ruhlarının ıslahı gerekir.
Bu, âncak onlarâ çocuklarını eğitmeleri için yapılacak bir davetle mümkün olur. Bunlar, eğitim ve öğretime teşvik edilir ve devlet de çocuklarının eğitimi için mektep inşası ile mükellef tutulursa, devlete büyük bir malî külfet yüklenmiş olur. halde, eğitim ve o etime davet edecek vâizler ve mürşidlerin bir görevi de, zenginleri, malî imkânları nisbetinde inşa etmeğe davet etmektedir. Bunun için, her beldede dernekler ve komisyonlar teşkil edilir, ayrıca vâizler, mescidlerde ve camilerde insanlara dinlerinden unuttuklarını hatırlatmak, kalplerine devlet sevgisini yerleştirmek ve gönüllerinde emir”ül mü”minîn”in ve Rabb”ül-Alemînin Peyamberi”nin halifesine olan bağlılığını arttırmak için güzel nasihatlar yaparlar. Bunun için de, dini anlatacak ve avâmı irşad edecek mürşidlere ve vâizlere ihtiyaç vardır. Mürşidler üçüncü tabakadaki vasıflara haiz olmalıdır. Kısaca şer”î ve edebî ilimlerde yed-i tûlî sahibi, ahlakî meselelerde bilen ve yaşayan, yaptıkları söylediklerine ters düşmeyen ve insanlara her hususta rehberlik edecek insanlar arasından seçilmelidir. Her milletin vâizi, kendi milletinin diliyle gayet fasih olarak konuşabilmelidir.
Ayrıca tez elden cuma hutbelerinin ıslah edilmesi ve liyakatli insanların eline verilmesi gerekir. Hatipler, avâmı, bizzat müşahade ettikleri hususlarda uyarmalı, fesad ve zararlarını anIatmalı ve onlara doğru yolu göstermelidirler. Zaten Cumâda hutbeden şâriin kasdettiği gaye de budur.
Denilse ki: Birinci ve ikinci tabakalar için tavsiye edilen kitaplar nerede? Üçüncü tabakayı yetiştirecek eleman nerede? Devletin tam itimad edeceği irşad ekibi nerede? Sonra, masraflar nasıl karşılanacak? Ayrıca üçüncü tabakanın yetiştirilmesi uzun zaman alacaktır.
Cevabımız şudur: İlk iki tabakaya ait kitapları hazırlamak cidden kolaydır. Birimize bu görev verilse, inşaallah hemen yapılır. Şeyhülislâmın nezâreti altında hazırlanır. Her üç tabakadaki öğretim elemanlarına gelince, tabii ki irşad ekibi de söz konusu-, bunların her beldede veya bir şehirde bulunmaları zor olsa da, bütün müslüman beldeler araştırılırsa, yeteri kadar tasarının başlaması için bulunabilir. Yeter ki, niyet doğru ve gaye
Allah rızası olsun. Bu tip insanlar, dindar ve müstakîm insanlardır. Devlet erkânının kapılarını aşındırmaz ve dinî bir maslahat görmedikçe makama talip olmazlar. Bunlar, aranmadan da tanınmazlar, bilinmezler. Sonra başlangıç güzel olur ve ihlâsla gayret gösterilirse”,Allah”ın izni ile istenene ulaşılır. Üçüncü tabakanın eğitiminin uzun zaman almasına gelince, hıristiyan rahiplerinin en az 15 ve hatta 20 sene bu gaye ile belli ilimlerde ihtisas yaptıkları bir vakıadır. Biz de biliyoruz ki, rahiplerin meşgul oldukları şeyler bâtıl şeylerdir. O halde hakkın tâlibi olanların uzun müddet meseleyi bütün yönleriyle ihâta edebilmek için araştırma yapmaları, garip addedilmemelidir. Bu işin malî finansmanına gelince, az da olsa ârif ve sâdık servet sahiplerinin bulunduğu kesindir. (Bu tip insanlar şu anda mevcutturlar, ancak gizlilik perdesi içindedirler, ciddi araştırılır ise ortaya çıkarlar.) Devlet vatandaşlarına bu konuda nasihat ettirmelidir. Osmanlı ülkesinde bulunan zengin müslümanların malî imkânlarından bu yollarla istifade etmek pek zor değildir. Küçük bir tecrübe, dediğimizi doğrulayacaktır. Yeter ki, iş ehline verilsin. Bu konudaki sözlerimiz tamamen müslümanlarla olan muhaberemizden ve uzun süre ahlâklarına olan vukufumuzdan kaynaklanmaktadır. Din hizmetini sadâkatla yürütenlere, ümitsizliğin eli ulaşamaz. Zira kâfirler dışında kimse Allah”ın rahmetinden ümit kesmez. İşte bu âcizlerinin hatırına gelen hakikatların hülasası budur, tafsilâtı, sözü kat kat uzatır. Eğer tafsilâtını beyan için davet edilirsek, emre riayette asla gecikmeyiz. Allah, doğru yola hidayet edendir. O, bize yeter ve O, ne güzel vekildir.
Ed-Dâî
Mısır”lı Muhammed Abdüh Eski Mısır Meclis-i Maârif A”zası[2]”
İşte Muhammed Abdüh”ün zamanın Şeyhülislâmı”na arz ettiği ve din eğitimi ile ilgili çok önemli teklifleri ihtiva eden lâyihası bundan ibarettir. Günümüzdeki dinî eğitim için de yol gösterici pasajlar ihtiva ettiği söylenebilir. Konu ile ilgili yorumu din eğitimcilerine ve okuyuculara bırakıyoruz.
Muhammed Abdüh’ün Sultân Abdülhamid’e Sunduğu Lâyiha’nın Metni (BOA, YEE, 38-93-553/510)
Dipnotlar
—————————————————————————–
[1] Elmalı, Hak Dini Kur”an Dili, 6126 vd.
—————————————————————————–
[1] Elmalı, Hak Dini Kur”an Dili, 6126 vd.
[2] BOA, YEE, 38-9-93-553/510.