Prof. Dr. Ahmed Akgündüz
I-Konunun Takdimi
Türkiye”de azınlıkların temel hak ve hürriyetleri ile alâkalı verilen bilgilerin sağlam esaslara dayandırılabilmesi için, tarihî gelişmelerin göz önünde bulundurulması icabetmektedir. Evvelâ şunu belirteyim ki, 1071”den yani 909 seneden beri, şayet bu uzun tarih dönemeci içerisinde biz müslüman Türkler, azınlıkların hak ve hürriyetlerine saygı göstermeseydik, bugün Türkiye’de az da olsa azınlıklardan söz edilebilir miydi? Aynı tarih dilimi içerisinde İspanya”da müslüman azınlıktan eser kalmaması, Avrupalılar, daha doğrusu hristiyan milletler ile bizlerin yani müslümanların, bu konudaki gerçek tutumlarını göstermektedir. Biz bu tür mukayeseleri bir tarafa bırakarak, 909 sene içerisinde azınlıklara ne gibi haklar tanımışız? Bunu nazarlarınıza arzedelim.
Azınlık ta”birine verilen mana, küçük farklarla da olsa, zaman içinde değiştiğinden, konuyu, üç ana başlık altında özetlemek istiyorum:
Birincisi: Tanzimat”tan önceki dönem diye ifade edebileceğimiz yaklaşık sekiz asırlık devredir.
İkincisi: Tanzimat ”tan Lozan andlaşmasına kadarki devredir.
Üçüncüsü: Cumhuriyet dönemidir.
Son dönem hakkındaki ayrıntılı bilgileri değerli, bu devreye kadar olan gelişmeler üzerinde daha tafsilâtlı olarak duracağız.
II-Tanzimat’a Kadar Azınlıklar Hukuku Ve Biz
Türkler, devlet olarak müslüman oldukları 920 tarihinden 1926 yılına kadar, temel hukuk nizamı olarak İslâm hukuku nu benimsemiş ve tatbik etmişlerdir. Bu sebeple konuya, İslâm hukukundaki nazarî durum ve müslüman Tük devletleri ve özellikle Osmanlı Devleti ndeki tatbikât açısından bakacağız. İslâm hukukunda insanlar, mensup oldukları dinlerine göre birbirinden tefrik olunurlar. Vatan ve millet mefhumları yerine, aynı dinin tâbi”leri demek olan ümmet kavramı bu sebebden dolayı gündeme gelmiştir. Selçuklu ve Osmanlı Devletinin ilk dönemlerinde, vatandaş demek olan ra”iyye, müslüman ve gayr-ı müslim olarak ikiye ayrılır. Rumlar ile Ermenilerin Hristiyan ve Türklerin ise tamamen müslüman olmaları tesâdüf kabilinden ve kaderin bir cilvesidir[1].
Bu sebeple eski hukukumuzda, İslâm ülkesinde ikâmet eden insanlar, dinlerine ve tâbi oldukları devlete göre üç ana gruba ayrılırlar:
1) Müslümanlardır ve İslâm ülkesinin asıl vatandaşıdırlar.
2) Zimmîlerdir. Yani müslüman olmadığı halde, zimmet akdi ile İslâm ülkesinin hâkimiyeti altında yaşamayı kabul eden ve İslâm ülkesinde devamlı ikâmet hakkına sahip olan insanlardır. Mürtedler yani İslâm”dan dönenler dışında, bazı görüş ayrılıkları bulunmakla beraber bütün din mensupları, bu statüyü kazanabilir. İslâm ülkesinde asıl azınlık statüsüne sahip olan bunlardır. Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde, bu grubun başını, hristiyanlar, yahudiler ve mecusiler teşkil etmiştir. 3) Müste”menlerdir. Bu, kendilerine geçici olarak İslâm ülkesine girme ve ikâmet etme izni verilmiş olan yabancı gayr-ı müslim lere denir. Bunlar daha ziyade yabancı statüsünde bulundukları ve hakları açısından zimmî lere benzedikleri için, ayrıca üzerinde durmayacağız[2].
Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinde, yukarıdaki üçlü taksim aynen benimsenmiş ve Dünyanın neresinde olursa olsun, Dar”ül-İslâm denilen İslâm ülkesi vatandaşı olan müslümanlar, yine bir İslâm ülkesi olan kendi devletlerinin vatandaşı gibi kabul edilmişlerdir. Yani, bütün İslâm devletleri, tek statüde kabul edilerek “Birleşik İslâm Devletleri ” nazariyesi fiilen uygulanmıştır. Bunun tek istisnası İran”dır. Dolayısıyla, millet farkı gözetmeksizin her müslüman, meselâ Osmanlı Devleti ni kendi devleti gibi gördüğünden, kesinlikle azınlık mefhûmunun içine müslümanlar dahil kılınmamıştır. Kendileri “Birleşik Hristiyan Avrupa Devletleri” nazariyesini tatbik için gayret gösteren Avrupalıların, bugün Anadolu”da yaşayan bir kısım vatandaşlarımızı, azınlık olarak gösterme gayretleri, dinimize ve tarihî realiteye terstir. Zira müslüman ülkede, müslüman unsur Bütün Osmanlı Kanunnâmeleri nde, müslüman, zimmî ve harbî şeklindeki üçlü ayırımın sebebi budur. Gayr-ı müslim ler ise, Anadolu fetholalıdan beri, Anadolu”da azınlık statüsündedir. Bu esas, Tanzimat ”tan sonra ve özellikle 1285/1868 tarihli Tâbi”iyyet-i Osmaniye Kanunnâmesi ile bozulmuştur[3].
Azınlık kavramını kısaca açıkladıktan sonra, şimdi de azınlıklara tanınan haklar üzerinde duralım:
Bu konudaki genel prensibi belirttikten sonra, bazı ayrıntılar üzerindede durmak istiyoruz: Hem Selçuklu ve hem de Osmanlı Devleti nde,müslümanlara tanınan hak ve hürriyetler, zimmî denilen gayr-i müslim vatandaşlara da, bazı istisnaların dışında tanınmıştır. Tanzimat ve Islâhât fermanlarıyla, hak ve hürriyetlerin yeni yeni tanındığı şeklindeki iddia, Avrupalıların kuru bir iftirası ve bizdeki tarihi bilmeyenlerin de buna, bilerek veya bilmeyerek aldanmasından başka bir şey değildir. Zira müslüman Türk devletleri, kendilerine, “Bize tanınan haklar onlara da tanınır; bize yüklenen ödevler onlara da yüklenir” şeklindeki hadisi, esas olarak kabul ve tatbik etmişlerdir. Müste”men denilen yabancılar da, zimmîler gibidirler. Ancak, İslâm ülkesinde sadece geçici ikamet hakkına sahip olmalarından dolayı, devamlı ikamet nimetinin külfetleri bunlara yüklenmez[4]. Bu genel esaslardan sonra şimdi de bazı ayrıntılar üzerinde durmak istiyoruz:
1-Siyasî ve İdarî Haklar
Bu haklar sadece zimmî lere tanınmıştır. Bu konuda şu iki hususun bilinmesinde yarar vardır:
Birincisi: Zimmîler , İslâm ülkesinin vatandaşı olduklarından kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptirler. Din ile bağlantısı bulunmayan alanlarda zimmî ler de kamu görevlisi olabilmektedir. Bu kâidenin tek istisnası, zimmîlerin devlet başkanlığı, ordu komutanlığı, valilik, sancak beğliği, sadâret ve kadılık gibi, hâkimiyet hakkını kullanma manasını ifade eden görevlere getirilemeyişleridir. Osmanlı Devleti nde durum böyledir. Tanzimat ”tan sonra bazı zimmîlere bakanlık görevi bile verilmiştir. Bu arada zimmîler, kendi cemâatleri içinden seçilen ve devlete karşı sorumlu bulunan dinî bir şef tarafından idare olunmaktadırlar. Hristiyan cemâatlerin başında patrik ve metropolitler, Yahudilerin başında ise hahambaşılar bulunuyordu[5].
İkincisi: Seçme ve seçilme hakları konusunda ise şunlar söylenebilir: Seçimle işbaşına gelen halifenin kendisi müslüman olması gerektiği gibi, seçmenlerinin de müslüman olması icabeder. Şûra meclisi yani yürütme meclisinin üyeleri konusunda da, zimmî lere seçme ve seçilme hakkı uygulamada tanınmamıştır. 1876 tarihli İntihâb-ı Meb”ûsân Kanunu ile bu esaslar çiğnenmiş ve zimmîlere, İslâm”ın verdiğinden fazlası verilmeye kalkışılmıştır. Neticesi de Osmanlı Devleti nin zayıflaması ve yıkılması olmuştur. Bugün kendilerini hukuk devleti ilan eden bir çok devletlerin, başta Amerika olmak üzere, siyahlara yeni yeni seçme ve seçilme hakkı tanınırken, bize çeşitli teraneler okumaları, her halde iyiye işaret değildir[6].
2- Temel Hak ve Hürriyetler
Konuyu ana başlıklarıyla özetlemek gerekirse;
A) Zimmîler şahsî hak ve hürriyetlerden tıpkı müslümanlar gibi yararlanmışlardır. Bunlar için de bazı cüz”î sınırlamalar dışında, seyahat hürriyeti, şahsın dokunulmazlığı ve mesken hürriyeti gibi hak ve hürriyetler vardır. Hem de Avrupalının, kadınları insandan saymadığı günden beri vardır. Bu konuda tarihimiz, bütün insanlığa ibret olacak şeref sayfaları ile doludur. Seyahat ve ikâmet hürriyetlerinin tek istisnası, Kur”ân ”ın emriyle zimmî lerin Hicaz bölgesine sokulmamalarıdır. Bu arada zimmîlerin mesken ve ikâmetgah hürriyetleri, Osmanlı Devleti nde, kendilerine müslümanlara zarar vermeyecek şekilde tanzim olunmuştur. Zimmîler, genellikle şehrin kenar semtlerinde, Rum, Ermeni ve Yahudi mahallelerinde gruplar halinde iskân edilmişlerdir. Meselâ 1582 tarihli bir fermanla zimmîlerin İstanbul”da Eyüp semtinde oturmaları yasaklanmıştır. Muhtelif fermanlarla, İslâm hâkimiyetin in nişânesi olarak, zimmîlere ait evlerin müslümanların evlerinden yüksek olmaması emredilmiştir[7]. Zimmîlere şahsî hak ve hürriyetlerinin, meşrû” dairede tanındığını, aslen Macar olan bir müsteşrik şöyle ifade etmiştir: “500 sene hâkimiyetleri altında yaşadığımız Osmanlılar, bize hayat hakkı tanımasalar ve günde bir gayr-i müslim öldürselerdi, bugün Yunan, Sırp, Bulgar ve Romen halkından bahsedilemezdi”.
B) Zimmîler e din ve vicdan hürriyeti de meşrû dairede tanınmış ve tatbik edilmiştir. Osmanlı hukukunda zimmî lerin dinleri ile başbaşa bırakılmaları, İslâm”dan alınan temel bir prensiptir. Ancak İslâm hâkimiyeti ile bu hürriyetleri dengelemek için bazı kayıtlamaların getirildiği de inkâr olunamaz. Evvelâ, İslâm devletler hukukuna göre, sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan zimmîlerin ma”bedlerine dokunulmaz, ancak yenilerinin inşasına da izin verilmeyebilir. Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, İslâm devleti”nin reisi, âmme maslahatı na dayalı bir takdir hakkına sahiptir. İsterse, eskileri de yıktırabilir.
Bu şer”î hükümler e rağmen, Fâtih Sultan Mehmed”in savaş yoluyla fethettiği İstanbul”daki kiliselerin bir kısmını olduğu gibi bırakması, müslüman Türklerin din ve vicdan hürriyetine verdiği önemi göstermektedir. Ebüssûud, bunu fetvasında belirtmiştir. Yine Fâtih”in Sırp Kralı Brankoviç”e Macar Kralı”nın “Sırbistan”ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim, Protestan kiliselerini yıkacağım” dediğini bile bile, eğer devletime itâat ederseniz, her camiinin yanında bir kilise inşâ edilecek; buralarda herkes kendi Hâlıkına ibâdet edecek” cevâbını vermiştir[8]. Sâniyen, Zimmîler , haç ve çan gibi dini sembollerini, ma’bedleri içinde izhâr edebilecekleridir. Ancak müslümanların sâkin oldukları şehirlerde, ma”bedleri dışında izhar edemeyeceklerdir. Bu sembollerini reklam ve propoganda için asla kullanmıyacaklardır Sâlisen, zimmilerin düşünce toplantı ve eğitim hürriyeti de mevcuttur. Ancak bu hürriyetlerin şer’î hükümler e aykırı olmayacak şekilde kullanılması şarttır. Kendilerine has mekteplerinde, çocuklarını eğitme ve dinlerini öğrenme hakkına sahiptirler. İstanbuldaki okulları bu hürriyetin canlı şahitleridirler.
Zimmîler e, devlet bütçesinden finanse edilen kamu hizmetlerinden yararlanma , bazı istisnalar dışında sosyal güvenlik kurumlarından istifade etme ve çalışma hakkı da tanınmıştır. Biz ayrıntıya girmiyoruz.
3-Diğer Haklar
Yani zikredilenlerin dışında kalan mevzularda, bir kısım cezaî hükümler, aile ve miras hukukuna ait inanç farklılığından doğan bazı müesseseler dışında, zimmî ler, tamamen müslümanlar gibidirler. Yani akideye dayanmayan konularda, müslümanlar gibidirler. Yani akideye dayanmayan konularda müslümanların tabî olduğu hükümlere tâbi”dirler. Şer”iye sicillerini tetkik edip de, Yorgi yerine Ahmed”in ve İlzak yerine Mehmed”in mahkûm edildiğini görenler, bu esasların satırlarda kalmadığını müşahede edeceklerdir. Zimmîler in mülkiyet hakkı başta olmak üzere her haklarına riayet edildiğini görmek istiyenler, binlerce sayfayı bulan ve adetleri 20.000”i geçen şer”iye mahkemesi kararlarına mürâcaat edebilirler[9].
4-Vazife ve Mükellefiyetleri
Yukarda kısaca bahsedilen hak ve hürriyetlerden yararlanan zimmî lerin bazı vazife ve mükellefiyetleri de söz konusudur. Bunları birer cümle ile özetlemekte yarar vardır:
Evvelâ, belli şartları taşıyan şahıslardan alınan cizye vergisi karşılığında, zimmî ler, askerlikten mu”âfdırlar. Yani cizye vergisi aslında ek bir mükellefiyet sayılmaz.
Sâniyen, arazilerinden harâç denilen bir vergi vermekle mükelleftirler. Osmanlı Devleti , Anadolu ve Rumeli arazisini aslı harâc-î arazi olan mirî arazi statüsünde kabul ettiğinden, bu vergide müslümanlar ile zimmî ler aynıdır.
Sâlisen, gümrük vergisinde zimmî lerden alınan nisbet müslümanlarınkinden fazladır. Ancak kapitülasyonlarla bu nisbet çok düşürülmüştür. Bunlardan başka zimmîlerin bazı vecibeleri daha vardır. İslâm”a hakaret sayılabilecek ve müslümanları gözden düşürecek hareketlerden kaçınacaklardır. Dinlerinin reklâm ve propogandasını yapamayacaklardır. Sadece gayrimüslim lerin yaşadığı şehirlerin dışında, içki ve domuz satamayacaklardır. Kılık kıyafet ve benzeri hususlarda müslümanları taklit edemeyeceklerdir. Bu sebepledir ki, Osmanlı Devleti , zimmîlerin kıyâfetleri açısından bazı sınırlamalar getirmiştir[10]. Daha fazla ayrıntıya girmiyoruz.
Tanzimat ”tan önce azınlıkların hak ve hürriyetlerini böylece özetledikten sonra, şu iki hususun da vuzuha kavuşturulmasını istiyoruz:
[1] Islahat-ı Kanuniye, BOA, YEE, 14-1540, sh. 4 vd.
[2] Zeydan, Abdülkerim, Ahkâm’üz-Zimmiyyîn, 10 vd.;Cin, Halil/Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi , c. II, sh. 310 vd.
[3] Takvim-i Vakâyi, No: 1044; Cin/Akgündüz, II/313-314.
[4] Kasani, Bedâyi’, VII/100.
[5] Zeydan, Ahkâm, 76-83; Ahmed Refik, Hicrî 12. Asırda İstanbul Hayatı, sh. 227 vd.
[6] Düstur, II. Tertip, I vd.; Zeydan, Ahkâm, 83-85.
[7] Ahmet Refik, 53-54, 83-84, 157, 105, 713.
[8] Zeydan, Ahkâm, 95-98.
[9] Rehber-i Mu’âmelât, Bend, 213 vd.; Zeydan, Ahkâm, 130-136.
[10] Cin/Akgündüz, II/318-319.
[2] Zeydan, Abdülkerim, Ahkâm’üz-Zimmiyyîn, 10 vd.;Cin, Halil/Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi , c. II, sh. 310 vd.
[3] Takvim-i Vakâyi, No: 1044; Cin/Akgündüz, II/313-314.
[4] Kasani, Bedâyi’, VII/100.
[5] Zeydan, Ahkâm, 76-83; Ahmed Refik, Hicrî 12. Asırda İstanbul Hayatı, sh. 227 vd.
[6] Düstur, II. Tertip, I vd.; Zeydan, Ahkâm, 83-85.
[7] Ahmet Refik, 53-54, 83-84, 157, 105, 713.
[8] Zeydan, Ahkâm, 95-98.
[9] Rehber-i Mu’âmelât, Bend, 213 vd.; Zeydan, Ahkâm, 130-136.
[10] Cin/Akgündüz, II/318-319.