Doç. Dr. Said ÖZTÜRK
600 yıl geniş bir coğrafyada ve çok farklı etnik grupları sulh ve sükun ikliminde idare eden bir devletin ve tarihin altın sahifelerine adını kaydeden ulu bir çınarın hatıralarına muhtaç olduğumuz her gün biraz daha iyi anlaşılmaktadır. Onun mirası üzerinde bu gün oynanan oyunları gördükçe Türk toplumunun tarihiyle barışık olmasının zaruretini daha iyi anlıyoruz. Günümüzde, Osmanlı Devleti’ne cephe alan mihrakların ve karanlık güçlerin saldın ve oyununa gelmeden 600 yıllık Osmanlı çınarının tecrübe birikimlerine eğilmemiz gerekmektedir. Bu geriye dönüş hareketi değil tarihi birikimlerimizden istifade etmektir. Tarihi doğru anlamaya yönelik bir faaliyettir.
Osmanlı tarihine salt iyilerin veya kötülerin tarihi olarak bakma yanılgısı bizi bir yere götürmez. Her ikisi de taassuptur. Osmanlı’yı doğru anlamanın yolu duygusallıktan ve taassuptan âri bir şekilde tarihe bakmakla mümkündür. Girilen Osmanlı bahçesinde sadece çirkinlikleri görmek doğru olmadığı gibi sadece çiçekleri görmek de doğru değildir. Makam mevki için fetva veren Turşucu-zadeleri zikrederken Kanuni gibi bir cihan sultanına çekinmeden “Padişah emriyle nâ-meşrû olan nesne meşrû olmaz” diyerek haykıran Ebussuud’u görmezden gelmek mümkün değildir. Körü körüne ilmi gelişmelere karşı gelen istisnaları iki de bir zikrederken Lagari Hasan Çelebi ve İsmail Gelenbevi’yi dikkate almayan bir bakış art niyetten başka bir şey değildir.
Bu günün çağdaş dünyasına Osmanlı’nın mesajı ne olabilir? Şunu hemen ifade edelim ki devletin en başında bulunan insandan sivil bir vatandaşa kadar herkesin Osmanlı’dan alacağı pek çok mesaj bulunmaktadır.
Osmanlı devletinde yöneten yönetilen arasındaki ilişki bir tahakküm değil bir sorumluluk ilişkisi şeklinde belirmiştir. Zira hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz diyen Hz. Peygamber teb’a ile yönetici ilişkilerinin düzeyini de belirtiyordu. Dolayısıyla toplumda yönetici olanları yönettiklerinden sorumlu tutan bir anlayış hakim oluyordu. Yönetimin en başındaki sultan “teb’aanın refahlarından şahsen sorumlu olduğu” kanaatini taşıyor ve tebaasını kendisine “Cenab-ı Hakkın bir vediası” yani emaneti olarak değerlendiriyordu.
Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nde bir asiller sınıfı ve aristokratlar doğmamıştır. Devlet kapitalistleşmeye karşı olduğu gibi, tahakküme dayalı sınıflaşmaya da karşı idi. Osmanlı yönetim geleneğinde soy asaletinin bir önemi bulunmuyordu. Kişinin ehliyeti her şeyin üzerinde kabul görüyordu. Kanuni dönemini inceleyen Albert Howe Lybyer adlı bir Amerikalı araştırmacı haklı olarak, belki de yeryüzünde Osmanlı yönetim kurumu kadar büyük çaplı ve cüretkar bir başka deneme yapılmadığını, koyun sürülerine çobanlık eden ve karasabanın ardında koşan çocukları alıp, onları saraya erkan ve prenslere eş yaptığını söylüyor.
Osmanlı Devleti’nde yükselme kesinlikle bir rastlantı eseri veya otomatik değildi. Her aşamada büyük bir titizlik ve akıllılıkla yönlendirilip gerçekleştirilirdi. Albert Howe Lybyer, tarihin hiç bir döneminde Osmanlı yönetim kurumu gibi, böylesine uzun süre salt aklın egemenliğinde olan ve bu nedenle de orijinal planından ve amacından sapmayan bir başka siyasi kurum olmadığına inanmak gerekir diyor. Lybyer devamla, Osmanlı yönetim anlayışı ile diğerlerini bir karşılaştırmaya gidiyor ve diyor ki; “Atina demokrasisi yönetiminde olağan üstü zeka, olağanüstü eğitim imkanı bulmak yerine kösteklenmişti. Bugünkü özgür demokrasiler de yetenekli bireylere yükselme imkanı tanır, ama yükselme yolunda kimi zaman aşılmaz engellerle savaşma zorunluluğu da vardır. Salt bireyin yetkinliğine, engellenmeyen imkanlara ve kesin ödüllendirmeye bakarak değerlendirilecek olursa Atina demokrasisi de bu günkü demokrasiler de Osmanlı yönetim kurumuyla karşılaştırılamayacak kadar elverişsiz, işlerliği olmayan ve körü körüne sistemlerdir”.
Dünya coğrafyasına kısa bir göz gezdirdiğimizde acaba barış sözcüğü lugatlerde mi kaldı diye sorası geliyor insanın. Salt İslam dünyası olduğu kadar diğer pek çok toplum ve devletlerde akan kan ve dinmeyen gözyaşlarını içimiz burkularak izliyoruz.
Osmanlının dünya barışına katkısından söz etmek istiyorum.
Batı literatürüne Pax Ottomana olarak geçen kavram ile Osmanlı Devleti’nin hükümferma olduğu çağlarda dünya barışına olan katkısı anlatılmak istenir. Devrinin süper gücü olduğu halde bu gücü dünya barışının sağlanmasında kullanan Osmanlı’nın geniş bir coğrafyada tesis ettiği barışın ne anlama geldiği gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır. Zira Balkanlar, Karadeniz sahilleri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyası bu gün siyasal dengelerin ve uluslararası barışın giderek bozulduğu mekanlar haline geldi.
Balkanlardan çekilen Osmanlının boşluğu doldurulamamıştır. Bu bölge iyice balkanlaşmıştır maalesef. Yani bölünmüş, parçalanmış ve siyasi kaosu içine yuvarlanmıştır. Balkanlaşma terimi bütün anlamını Osmanlının bölgeden çekilmesi ile ifade edecektir.
Geniş Arap dünyası Osmanlı bayrağı altında yaşadığı huzurlu günlerini hiç bir zaman tekrar yakalayamamıştır. Arap toplumuna batının İsrail’i hediyesi Osmanlının zafiyete düşmesi ve bölgeden çekilmesinden sonraya rastlar. Osmanlı Medine fukarasına Anadolu içlerinden ve Mısır’dan vakıflar kanalıyla yardım akıtırken, surreler gönderirken son yüzyıl içerisinde çöreklenen batının tek gayesi vardı bölgede: sömürü ve petrol. Osmanlının çekilmesinden sonra geniş Arap coğrafyası cetvelle taksim edilerek batı emperyalizminin sömürüsünü kolaylaştıracak siyasi haritalar oluşturuldu. Barış da Osmanlı ile beraber tarihe karıştı.
Osmanlı, Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bir denge unsuruydu. Pek çok etnik yapıları ve dinleri farklı toplum kesimlerinin taleplerinin buluştuğu ortak bir noktaydı. Kilise ile camiinin yan yana durduğu bir üst kültürü tesis etmiş idi Osmanlı. Bu üst kültürün tesisi “İlahi Mesuliyet”e dayanıyordu. Fetihlerin zaten temel felsefeleri de bu ilahi mesuliyete dayanan bir zihin dünyasının ürünü idi. Devletler fethetmek, yeni topraklar kazanmak, güçlü bir devlet kurmak, geniş halklara hükmetmek gibi seküler dünyanın temel ideali olarak görülen hedefler Osmanlı yöneticisi için bir araç olmaktan öteye gitmiyordu. Zira bütün İslam toplumlarında hakim zihniyet dünyalık elde etme esası üzerine değil “i’lay-ı kelimetullah” gibi üst bir ideal etrafında şekillenmişti. En azından teorik olarak böyleydi. Temel hedef İslam’ın yücelmesi, korunması ve İslam nimetinden bütün insanlığın istifadesi idi. Güçlü bir devlete, fetihlere de bunun için ihtiyaç vardı.
Osmanlı yöneticileri hakimiyetleri altında bulunan hiç bir etnik azınlığa tahakküm etmeyerek kendi inançları doğrultusunda yaşamalarını temin etmiştir. Zira bu tutum İslam’ın temel bir ilkesi idi ve İslam Hukukunun ehl-i zimmete tanıdığı haklar içerisinde yer alıyordu. Bunun dışına çıkılamazdı. Zaten Müslüman ecdadımız, her meselede olduğu gibi, Osmanlı Devleti’ne ait topraklarda yaşayan gayr-ı Müslimler hususunda, hukukun çizdiği sınırlar çerçevesinde hareket etmişlerdir. Renk, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin hepsine aynı şekilde ve “şer’-i şerif’ ne diyorsa öyle muamele yapılıyordu.
Osmanlı tarihinden bu inanç hürriyetine ilişkin pek çok örnek bulmak mümkündür. 1463 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katı1an Bosna Hersek’de Osmanlının adil ve hoşgörülü idaresi sayesinde bu bölge insanları hiçbir baskı altında kalmadan İslam’ı seçmişler ve Osmanlı Devleti’ne ve onun temsil ettiği ideallere bağlı kalmışlardır. Büyük Fatih, Bosna’yı fethettiği zaman bölge halkına dini hürriyet tanımış, mal ve can güvenliği sağlamıştır. Fatih buradaki Latin papazlarına gönderdiği bir fermanda bölge halkına tanınan mal ve can güvenliği, dini serbestiyet ve sağlanan hürriyet ortamı açıkça şöyle ifade edilmektedir;
“Ben ki Sultan Mehmed Hanım. Cümle avâm ve havâssa ma’lûm ola ki, işbu dârendegân-ı fermân-ı hümâyûn Bosna ruhbânlarına mezîd-i inâyetim zuhûra gelip buyurdum ki, mezbûrlara ve kiliselerine kimse mâni’ ve müzâhim olmayıp ihtiyâtsız memleketimde duralar. Ve kaçup gidenler dahi emn ü emânda olalar.
Gelüp bizim hâssa memleketimizde havfsız (korkusuz) sâkin olup kiliselerine mütemekkin olalar. Ve yüce hazretimden ve vezîrlerimden ve kullarımdan ve reâyalarımdan ve cemî’-i memleketim halkından kimse mezbûrelere dahl ve ta’arruz edip incitmeyeler, kendülere ve cânlarına ve mallarına ve kiliselerine ve dahi yabandan hâssa memleketimize âdem gelirler ise yemîn-i mugallaza ederim ki yeri, göğü yaratan Perverdigâr hakkıçün ve Mushaf hakkıçün ve ulu Peygamberimiz hakkıçün ve yüz yirmi dört bin peygamberler hakkıçün ve kuşandığım kılıç hakkıçün bu yazılanlara hiçbir ferd muhâlefet etmeye. Mâdâm ki bunlar benim emrime mutî ve münkâd olalar. Şöyle bilesiz”.
Fatih’in fermanında ifadesini bulan temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alınarak ve şefkatli ve adil bir idare sayesinde Balkanlarda asırlardır devam eden Balkan feodal beylerinin zulüm ve baskı1arı sona ermiştir. Osmanlının bu topraklardan elini çekmesi ile ne yazık ki burada kargaşa ve zulüm tekrar başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin adil idaresi altında hayatlarını devam ettiren gayri müslim tebaa devletin son dönemindeki otorite boşluğundan ve bu arada dış mihrakların tahrikleri neticesi, küllenmiş kin ve düşmanlıklardan doğan baskı ve zulümleri tekrar sahneleyecekler ve maalesef bugünkü Bosna ve Kosova trajedisinin gerçekleşmesine giden yolu açacaklardır.
Bu gün Kosovalıları etnik temizliğe tabi tutan Sırp fanatizmi bundan beş yüz elli sene önce Osmanlının şefkatli ellerine sığındığını çoktan unutmuştur. Fatih Sultan Mehmed, Rumeli’deki fetihlerini genişleterek Sırbistan sınırlarına geldiği zaman, iki ateş arasında kalan Sırplar, Macaristan ile Osmanlı Devleti’nden birisini tercih etmek mecburiyetinde kalmışlardır. O dönemde Sırplar Ortodoks, Macarlar ise Katolik idiler ve Romalılar ile Latinler arasında anlaşmazlık bulunduğu gibi, bunlar da birbirlerini hiç sevmezlerdi. Macaristan Kralı Jan Hunyad, Sırbistan’ı ele geçirmek istiyordu. Sırbistan Kralı George Brankoviç, kendisini Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmeye teşvik eden Macaristan Kralı nezdine bir heyet gönderir ve sorar:
“Macarlar Türklere galip gelirse, Sırplıların mezhepleri olan Ortodoksluk hakkında ne gibi müsaadelerde bulunacaksınız?”.
Jan Hunyad’ın cevabı, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygı1arının derecesini yansıtması açısından çok ilgi çekicidir: “Sırbistan’ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim. Ortodoks kiliselerini yıkacağım”. Aynı soruyu sormak üzere bir heyeti de Fatih Sultan Mehmed’e göndermiş ve Fatih’in verdiği cevap ise şöyle olmuştur: “Her caminin yanında bir kilise inşa edilecek”. Bu cevabı alan Sırbistan Kralı, Hıristiyan olan Macaristan’a değil, Müslüman olan Osmanlı Devleti’ne itaat etmiştir.
Fatih’in İstanbul’u fethettiği zaman Galata Cenevizlilerine verdiği Ahidname de gayri müslim tebaanın temel hak ve hürriyetlerinin korunması ve toplum barışının tesis edilmesini ifade eden tarihimizin önemli vesikalarından biridir. Osmanlı idaresi zulme değil adalet ilkelerine dayanmıyordu. Dolayısıyla insan hak ve hürriyetleri çağının en geniş anlamı içerisinde Osmanlı’da uygulanıyordu. Din ve ırk ayrılığı bu haklara mani değildi. Hatta XVI. yüzyıl ortalarında Türkler Protestanların ümidi olarak telakki edilecek ve Osmanlı topraklarındaki Protestanların serbestçe dini icraatlarını yapmaları imparatorluk topraklarında yaşayanlar için bir ideal olarak görülecektir. “Türklerin eline düşmek Frenklerin eline düşmekten daha iyidir” diyorlardı (Ducas, s. 291, Bonn).
Cemil Meriç, Osmanlı’da niçin bir Bodin, bir Makyavel, bir Hobbes yetişmediği sualine verdiği cevap şöyledir; “Niçin yetişsin? Mutlakiyetin bu yavuz nazariyecileri Osmanlı mülkünde yaşasalar Zat-ı Şahane’nin destancısı olurdu. Ülkelerinde gerçekleştiğini görmedikleri adil ve kerim devlet rüyasını yalnız Osmanlı gerçekleştirmiştir”.
Osmanlılar dünya siyasi arenasında bir denge unsuru olma yönünde politikalar geliştirmişlerdir. Batıda ve Doğuda askeri zaferler ile sağlanan bu denge unsuru misyonu yükselme döneminde tam anlamıyla gerçekleşecektir. 16. yüzyılda Akdeniz ve Karadeniz Türk’ün hakimiyetine kapanıyor, Balkanlarda sulh ve sükun hali sürüyor, Kuzey Afrika, Arabistan yarımadası bu güçlü devletin hakimiyet sahasına girerek barış ve güvenlik kuşağının içerisinde yer alıyordu. Osmanlı, Balkan toplumları üzerinde barışı, hoşgörüyü ve hürriyet ortamını sağlarken, diğer Avrupa ülkelerinin ilk dikkate alacakları ülke durumuna geliyordu. Avrupa ülkeleri kendi aralarındaki ilişkilerde bile Osmanlı’nın ne söyleyeceğine bakıyorlardı. Dolayısıyla Osmanlı’yı göz ardı eden ve Osmanlı’dan bağımsız bir politika izleyemiyorlardı. Zira, Osmanlılar Avrupa’yı seyreden pasif bir seyirci değil, muktedir bir oyuncu idi. Şu söylenebilir; yıkılırken bile uluslararası güçlerin dikkatle izlediği bir ülke durumundaydı Osmanlı Devleti.
Doğuda ise Sünnî İslam dünyasının koruyuculuğunu ve en önde gelen temsilciliğini üstlenerek Şii tehlikesini bertaraf etmişlerdir. Müslüman ahali üzerindeki Şii zulmünü defetmeyi farz-ı ayn telakki etmişlerdir.
Kanuni dönemi, Osmanlı barışı teriminin yüklendiği anlamın tezahür ettiği parlak bir dönem idi. Zira bu dönemde sağlam bir hukuk anlayışını hakim kılma çabaları, adalet prensibinin ön plana çıkarılması, Sünni dünyanın liderliğinin ve koruyuculuğunun, doğuda Safeviler’e batıda Hıristiyan alemine karşı “ilahi misyon”un üstlenilmesi, XVI. yüzyılı Kanuni çağı haline getirecektir. Bu dönem daha sonra hep idealize edilecektir.
Sokollu Mehmed Paşa’nın günün şartları içerisinde gerçekleşmesi güç olan projeleri hep bu üst idealin eseriydi; Süveyş kanalının açılarak bölgede ve Hint denizinde daha etkin bir politika izleme, Orta Asya’dan batıya uzanan tarihi ticaret ve hac yollarını kontrolü altına almaya çalışan Moskova knezliğini engelleyerek Orta Asya’nın Sünni dünyası ile irtibatı artırma, Hazar denizine ulaşmak için Don Volga Kanalım açma ve Endülüs Müslümanlarını daha ciddi bir şekilde desteklemeyi hedefleyen projeler idi.
Osmanlı devleti çağdaşları ile kıyaslandığında sanayi ve teknolojik gelişimi de önemli oranda takip ettiği görülmektedir. Zira, sınai gelişme olmadan altı yüz yıl hükmetmiş büyük bir devletin ayakta durabilmesi ve varlığını devam ettirebilmesi nasıl mümkün olabilirdi? Devrinde dünyanın süper güçlerine karşı koyabilen Osmanlı yükselme çağlarında ileri bir teknolojiye ve gelişmiş bir sınai sektöre sahipti. Top döküm teknolojisindeki üstünlük bunun en bariz misalidir.
Osmanlı sanayiinin gelişimini iki farklı döneme ayırmak gerekir. çünkü, Osmanlı sanayisi, geleneksel sınai üretim tarzının hakim olduğu dönem ile, sanayi inkılabının tesirleriyle geleneksel sanayilerin gerilediği, değişim ve yenileşme fikirleriyle de batılı sanayilerin faaliyet biçimlerinin esas alındığı 19 .yüzyıl ve sonrasında farklı yapısal özelliklere sahip olmuştur .
Lonca bünyesinde faaliyet gösteren küçük iş yerleri genellikle mahalli ihtiyacı karşılarken, ordu ihtiyacını karşılayan veya ihracat için üretim yapan büyük tesisler lonca sistemi dışında meydana gelmiştir. Mesela 1390 yılında Gelibolu’da zamanın büyük tersanelerinden biri kurularak donanmanın ihtiyacı olan savaş ve nakliye gemileri inşaa edilmiştir .Bu çalışmalar Fatih, II. Beyazıt ve Yavuz devirlerinde de sürdürülmüştür. Nitekim Yavuz devrinde Kasım Paşa tersanesi kuruldu. Harp sanayiinin önemli kuruluşlarından baruthaneler İstanbul, İzmir, Gelibolu, Selanik ve Temeşvar’da bulunuyordu.
19 .yüzyılda Osmanlı sanayi geleneksel yapıların dışında bir gelişme seyri izler. Batının model alındığı bu yüzyılda devlet büyük sanayii tesisleri kurma politikasına hız vermiştir. 1840’lı yıllarda toplam bütçe gelirlerinin 1/8’i sanayi alanına, fabrikaların inşaa ve üretimine ayrılmıştır. Bu oran 1847-8’de 1/8’den 1/6’ya yükselmiştir. 1999 Türkiyesi’nde mevcut bütçe imkanlarının borç faizlerine ve maaş ödemelerini ancak karşılayabildiğini hatırlatmak isterim.
Osmanlı yöneticileri bu yıllarda Avrupa’dan en son teknoloji kullanan makineler ithal ederek devlet mülkiyetinde bir dizi fabrika tesis ettiler. Tanzimat dönemine girildiğinde bu tür büyük tesis kurma politikası aynen devam ettirilmiş ve “Fabrika-ı Hümâyûn” olarak nitelenen çok sayıda devlet fabrikası kurulmuştur. Bu dönemde çoğu devlet eliyle 160 civarında fabrika tesis edilmiştir.
Aynı dönemde sanayii faaliyetleri içerisinde diğer bir gelişme ise bir çok üretim biriminden oluşan bugünkü sanayii sitelerine benzer kuruluşların yer almasıydı. Bunlardan ikisi Zeytinburnu ve Bakırköy sanayi kompleksleri idi.
Bütün bu gelişmelere rağmen şu soru devamlı zihinlerde kalmaktadır; Neden Osmanlı Devleti son yüzyılda sınai gelişmelere ayak uyduramadı ? Yöneticilerin bu konuda gayretleri yok muydu ?
Hemen belirtelim ki Osmanlı Devleti’nde sanayileşmenin farkında olmayan devlet adamı yoktur denebilir. Bu sebeple çok bilinçli bir sanayileşme faaliyeti ve politikaları uygulanıyordu. Mesela III. Selim’in ülkenin sanayii problemi ile yakından alakadar olduğu görülür. Milli sanayiinin geliştirilmesini can u gönülden arzu etmektedir. Topkapı sarayında Kubbealtı’nın mefruşatı Sadrazam Halil Halit Paşa tarafından İstanbulkârî kumaşlarla yenilenmiş, Sadrazam durumu bildiren arizasında İstanbul mensucatçılarına daha ziyade itibar olunsa bunların türlü türlü “matbu ve nevzuhur akmişe nescedebileceklerini” ve bu suretle “Frengistan akmişesi istimalinden istiğna-yı külli” hasıl olacağını söylüyordu ve; “Benim vezirim itibar olunsa İstanbul’da herşeyi âlâ yapacaklarında şüphe yoktur. Ben İstanbulkârî kumaşı severim ve ekser İstanbulkârî giyerim, keşke halk ta giyseler” diyordu.
Sultan Abdülaziz de yerli metaaya itibar ediyor, meşhur Trabzon bezinden hilali gömlek giyiyordu. Vefat ettiği zaman üzerinden çıkarılan gömlek Trabzon bezindendi.
Yerli sanayii tekrar hakim kılma gayretleri daha erken tarihlere yani 18. yüzyılın başına kadar uzanmaktadır. Rami Mehmet Paşa’nın 1703-4’te çuha ve ipekli sanayiindeki atılımları, Damat İbrahim Paşa’nın teşebbüsleri dikkate değerdir. Rami Mehmet Paşa, Selanik’ten Yahudileri Edirne’ye getirerek burada çuha üretilmesini teşvik etmiş ve Bursa’da Avrupa kalitesinde kumaş imal edilmesi için emir vermiştir. Kısaca yöneticiler, ülke kalkınmasında ekonominin önemini kavramışlar ve gerekli teşebbüslerde bulunmuşlardır.
Hülasa, Osmanlı sınai tecrübesi Cumhuriyet yönetimince kesintiye uğratılmadan devralınmıştır. Çünkü bir çok Osmanlı fabrikası ve bunların makineleri ve memurları Türkiye Cumhuriyeti’nce miras alınarak öncülük ve tecrübenin çekirdeğini oluşturmuştur. Osmanlı Sanayi Devrimi adlı makalenin yazarı Clark’ın ifadesiyle Cumhuriyet Türkiye’si’nde uygulanan devletçiliğin önemli yönleri, kaynağını 1840’ların sanayileşme çabalarında bulmaktadır.
Karşımızda çağını yakalayan bir Osmanlı bulunduğunu görmemiz gerekir.
Tarihte devamlılık esastır. Cumhuriyet yönetimini değerlendirirken bu esas ilkeye riayet lazımdır. Kendimizi hiç bir zaman Osmanlı mirasından soyutlayamayız. Uluslararası arenada Türkiye Osmanlı’nın en büyük varisi olarak değerlendirildiğini takdir edersiniz. Dininin ne olduğuna dair soru yöneten gazeteciye “Elhamdulillah Türk’üm” diyen Kosovalı masumun zihin dünyasını dikkate almamak mümkün değildir.
Soylu bir mirasın varisçileri olmanın gururunu yaşamalıyız.