I- KONUNUN TAKDİMİ
İnsana saygı, insanın hak ve hürriyetlerine saygıyla ve hiç bir fark gözetmeksizin hukukun kâidelerini bütün insanlara eşit olarak tatbik etmekle mümkündür. Bu sebeple bu konuyu, Osmanlı Devleti ve muâsırı olan diğer devletlerde insanın hak ve hürriyetlerine karşı nasıl davranıldığı ve hukuka gösterilen saygı açısından incelemeye gayret edeceğiz. Aslında insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygı, hukuka saygının bir ifadesi olsa da, bir bütün olarak hukuka saygıyı da kısaca tetkik edeceğiz.
Önemle arzedelim ki, günümüzde bilinenin ve bize okullarda öğretilenin tersine, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygının tarihî gelişimi açısından, Batı ile Doğu ve daha doğrusu Osmanlı Devleti ile diğer çağdaşı olan devletlerin durumu, %100”e varan nisbette birbirinden farklıdır. Kamu hukuku kitaplarında anlatılan ve öğretilen, insanların hak ve hürriyetlerine ait gelişmeler ve hatta biraz sonra kısaca bahsedeceğimiz 1215 tarihli İngiliz Magna Carta”sı ile Fransız 1789 tarihli inkılâbının bu açıdan arzettiği önem, sadece Osmanlı Devleti dışındaki ve daha doğrusu İslâm ülkeleri dışındaki devletler açısından doğrudur. Zira, biraz sonra belgeleriyle ortaya koyacağımız gibi, Osmanlı Devleti”nde, çağdaşı olan gayr-i müslim devletlerde ve özellikle Batı”da çok zor şartlar altında elde edilen insana ait hak ve hürriyetler, uygulamadaki suiistimaller ve yanlış uygulamalar dışında, başından beri Osmanlı Devleti”nde mevcuttur. Zira Osmanlı Devleti müslümandır ve İslâm âleminde, Hz. Peygamber devrinde yani miladî VII. asırda hazırlanan Medine Anayasası diyebileceğimiz Sahife adlı metin, ilk hak ve hürriyetler beyânnâmesi olarak vasıflandırabileceğimiz Veda‘ Hutbesi ve Kur‘an ile hadislerdeki insana ait hak ve hürriyetlerle alakalı beyânlar, günümüzdeki anlamıyla bir çok hak ve hürriyetleri tesbit ve tayin etmiştir.
Konuyu takdim ederken şu hakikatı da belirtmeden geçemeyeceğiz: Osmanlı Devleti”nde insana Allah”ın mahluku muhterem ve aziz bir varlık olarak bakılır. Yunus”un “Yaradılanı severiz Yaradan”dan ötürü” şeklindeki espirisi, özellikle yükselme devirlerinde çok açık bir şekilde Osmanlı Devleti”ne hâkim olan espiridir. İsterseniz insana ve onun haklarına saygıyı muvakkaten bir tarafa bırakarak, hayvanlara bile ne derece saygı gösterildiğini, bir belge ile sizlere takdim edip daha sonra insana ve hukuka saygı üzerinde duralım: Evvelâ hatırlatalım: Batı dünyasında hayvan hakları kavramı 19. asrın son çeyreğinde gündeme gelmişken ve Birleşmiş Milletler Hayvan Hakları Bildirisini 1948”de kabul etmişken, aynı esaslar ve hatta daha ilerideki bazı kâideler, Osmanlı Kanunnâmelerinde ilk dönemlerden beri yer almış bulunmaktadır. Misal olsun diye II. Bâyezid devrinde hazırlanan 1502 tarihli İstanbul Belediye Kanunnamesindeki şu hükmü beraber mütala‘a edelim:
“Ve ayağı yaramaz bârgiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Her kangısında eksük bulunursa, sâhibine tamam etdüre. Etmeyeni ve eslemeyeni gereği gibi hakkından gele.”
“Fil-cümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah u Te‘âla yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip görüp gözetse gerektir, şer‘î hükmi vardır.” . Hayvanların ve hatta karıncanın hukukuna bile tecâvüzü yasaklayan bir inanca sahip olan bir devletin, suiistimallerin dışında insanların hak ve hürriyetlerine saygı göstermemesi mümkün değildir. Maalesef efkâr-ı âmmede tersi yayılmak istendiğine göre, belgelere dayanarak meselenin izah edilmesi icabetmektedir.
“Herşey zıddıyla bilinir” kâidesince, evvela Osmanlı Devletinin muâsırı olan bazı devletlerdeki durumu tetkik edelim:
II- OSMANLI DEVLETİNİN ÇAĞDAŞI OLAN BA‘ZI DEVLETLERDE İNSANA VE ONUN HAK VE HÜRRİYETLERİNE SAYGI
Konuyu, Osmanlı Devleti”nin muâsırı olan bütün devletler açısından ele almak mümkün değildir. Ancak ba‘zı önemli gelişmeleri, ana başlıkları özetleme tarzında ele almak istiyoruz.
1) Avrupa devletlerinde insana ve hukuka saygının yerleşebilmesi için 1848”deki sanayi inkılâbını ve hatta XX. asrı beklemek icabeder. Zira bazı önemli gelişmelere rağmen, insana ve hukuka saygı, bir türlü cemiyetin bütün bireylerine teşmîl edilememiştir. Genelde ele almak gerekirse, Avrupa”da tatbik edilen feodalite nizâmı gereği insanlar yarı köle statüsündedirler. Fief denilen toprak parçalarının sahipleri, aynı zamanda o toprak üzerinde yaşayan insanların da mâliki hükmündedir. Bu sebeple insanın hakkında değil, ancak kral veya senyörler tarafından ihsan edilen bazı imkânlardan bahsetmek icabetmektedir. Bu bakış açısını terkederseniz, Avrupa”daki insan hak ve hürriyetleri ile alakalı gelişmeleri tam değerlendiremezsiniz . Yani Avrupa”da insana ait hak ve hürriyetler, sanki kralın bir ihsanı ve bahşişidir. Osmanlı Devleti”nde hâkim olan inanca göre ise, paşa ile gedâ farkı gözetilmeksizin herkes Allah”ın mahluku olmak nokta-i nazarından eşittirler ve hak ve hürriyetleri yaratılışdan mevcuttur. Bu farklılığı bilmeyenler, maalesef Osmanlı Devleti”ndeki tımar nizamı ile Avrupa”daki feodal nizamı birbirine karıştırmaktadırlar. Bu genel izahdan sonra şimdi de bazı önemli gelişmeleri ve müşahhas misalleri görelim:
A) Hürriyetin beşiği olarak takdim edilen İngiltere”de 1215 tarihli Magna Carta Libertatum denilen yazılı belgeye kadar, insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygıdan, asil aileler dışında bahsetmek manasızdır. Bu belge de, insan hak ve hürriyetlerini tesbit için değil, sadece iktidar ile halk, soylular ile din adamları arasındaki dengeyi kurmak için ilan edilmiştir. Biz, Kral VIII. Henri zamanı yani XVI asra kadar kadının İncil”e bile el süremeyecek kadar murdar bir yaratık kabul edildiği anlayışının varlığını, 1805 tarihine kadar belli sınıf kadınların yarım şilin karşılığında satılabildiğini ve kadına mülkiyet hakkının tanınmadığını misâl olarak zikredersek, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygının ne derece halka teşmil edilebildiği hakkında az da olsa bir fikir verebiliriz. Zikredilen misallere, XVI. yüzyılda kabul edilen “Haklar Bildirileri” ile sınırlı bir hak-hürriyet anlayışının İngiltere”de yayıldığını XVIII. asrın sonuna kadar vatandaşın siyasî haklarını kullanamadığını ve genel seçim sisteminin de XIX. yüzyılın yarısına doğru kabul edildiğini eklersek, insana ve hukuka saygının sınırları daha iyi anlaşılabilir .
B) Batı”nın insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygı bakımından şampiyon ülke ilan edilen Fransa”da da durum, anlatıldığı gibi iç açıcı değildir. 1789 Büyük İhtilâli”nden evvel ülkede tam bir esâret ve derebeylik hâkimdir. Derebeyler, kendilerini, ellerinde zorla bulundurdukları toprağın ve üzerinde yaşayan insanların mâliki sayarlar. İnsanlara saygı da, hukuk da, derebeylerin iradesi ve arzusudur. 1789 İhtilâlini neticesinde ilan edilen İnsan Hakları Beyannâmesi de, bugünkü anlamda bir insan hakları bildirisi demek değildir. Hiç olmayan bir şeyi kısmen kabullenme mahiyeti taşıdığından, sadece Batı”daki insana ve haklarına saygı açısından önemlidir. İnsana ait hakların ilk defa yaratılıştan var olduğuna, bu bildiri ile inanılmaya başlanmıştır. 1789 tarihli Fransız İnsan Hakları Bildirisi, insanı kölelikten, zilletten ve sefâletten kurtulduğunu ilan etmişse de, bu şefkatini bütün insanlara teşmil edememiştir. O tarihlerde hazırlanan Fransız Medeni Kanunu, “çocuğu, akıl hastasını ve kadını mahcûr” saymakta ve kadına kendi mal varlığı üzerinde tasarruf hakkı tanımamaktadır. Kadının tasarruf hakkının, nihâyet 1908”de tanındığını belirtirsek, bu Beyannâmenin ve onu takip eden gelişmelerin, insana ve hukuka saygı açısından hudutlarını tahayyül edebiliriz .
C) İnsana saygı, insanın hak ve hürriyetlerine saygıdır demiştik. Bu hak ve hürriyetlerin en önemlilerinden biri de, din ve vicdan hürriyetidir. Bu hak ve hürriyeti çok güzel yansıtması açısından, Macaristan”daki durumu da gözler önüne sermek ve Avrupa”da benzeri hallerin çok yaşandığını ve 300 sene süren mezhep kavgalarının Avrupa”yı alt-üst ettiğini belirtmek istiyoruz. Yaşanan bir misal şudur:
Fâtih Sultan Mehmed, Rumeli’deki fetihlerini genişleterek Sırbistan sınırlarına geldiği zaman, iki ateş arasında kalan Sırplar, Macaristan ile Osmanlı Devleti”nden birisini tercih etmek mecburiyetinde kalmışlardır. O dönemde Sırplar Ortodoks, Macarlar ise Katolik idiler ve Romalılar ile Latinler arasında anlaşmazlık bulunduğu gibi, bunlar da birbirlerini hiç sevmezlerdi. Macaristan Kralı Jan Hunyad, Sırbistan”ı ele geçirmek istiyordu. Sırbistan Kralı George Brankoviç, kendisini Osmanlı Devleti”ne karşı isyan etmeye teşvik eden Macaristan Kralı nezdine bir heyet gönderir ve sorar: “Macarlar Türklere gâlip gelirse, Sırplıların mezhepleri olan Ortodoksluk hakkında ne gibi müsaadelerde bulunacaksınız?”. Jan Hunyad”ın cevabı, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygılarının derecesini yansıtması açısından çok ilgi çekicidir: “Sırbistan”ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim. Ortodoks kiliselerini yıkacağım.” Aynı soruyu sormak üzere bir heyeti de Fatih Sultan Mehmed”e göndermiş ve Fâtih”in verdiği cevap ise şöyle olmuştur: “Her caminin yanında bir kilise inşâ edilecek.” Bu cevabı alan Sırbistan Kralı, Hıristiyan olan Macaristan”a değil, Müslüman olan Osmanlı Devleti”ne itaat etmiştir .
Netice olarak Avrupa”da insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygıyı tam anlamıyla görebilmek için 1848 tarihli sanayi inkılabını ve hatta Birleşmiş Milletlerin kabul ettiği İnsan Hak ve Hürriyetleri Beyannâmesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini beklemek gerekmektedir. Zira evli bir kadına kendi el emeği üzerinde tasarruf hakkı, ancak 13 Temmuz 1907”de verildiği nazara alınırsa ve bu hakka konulan kayıtların ancak 1938”lerden sonra kaldırıldığı düşünülürse, mesele daha iyi anlaşılır kanaatindeyim.
2) Amerika”da insana ve onun hak ve hürriyetlerine gösterilen saygının tarihi gelişimi, Avrupa”dakinden daha hızlı değildir. Ve hatta Amerika”da durum daha da vahimdir denilebilir. XVIII. yüzyılda yayınlanan Virginia Haklar Bildirisi ve benzeri beyannâmelerin kabulünden önce, bütün Amerikan halkı, beyazıyla ve siyahıyla, Avrupalı İngilizlerin ve onların işbirlikçisi diğer Avrupalı sömürgeci devletlerin kulu ve kölesi durumundadırlar. Bu tarihlerden 1970”lere kadarki gelişmelerin siyahları içine almadığını belirtirsek ve mezkûr tarihe kadar zencilerin adamdan dahi sayılmadığını ifade edersek, insana ve onun hak ve hürriyetlerine karşı Amerika”daki durumu, Kuzeyi ile ve Güneyi ile daha iyi özetlemiş oluruz .
3) Asya ve Afrika”da bulunan ve müslüman olmayan Osmanlı Devleti”nin muasırı devletlerde insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygı, Avrupa ve Amerika”dan daha kötü bir vaziyettedir. Asırlarca İslâmın ve müslümanların tesirleriyle dahi değiştirilemiyen, Eski Hind Hukukuna göre, kadın hiç bir hak sahibi değildir. Budizmin mukaddes kitabı sayılan Veda”larda kadın kasırgadan, ölümden, zehirden ve yılandan daha kötü bir yaratık olarak tasvir edilmektedir. Kadına bakış açısı böyle olduğu gibi, erkekler de kendi aralarında belli sınıflara ayrılmışlardı ve bu sınıfların en büyüğünü köleler sınıfı teşkil ediyordu . Verilen bu misallerden insana saygının, toplumun bütün fertlerine teşmil edilemediğini hemen anlamak mümkündür. Ancak müslüman olan Asya ve Afrika ülkelerinde, bazı mahallî âdet ve anlayışlar tam olarak yıkılamamışsa da, yine de İslâmın tesiriyle diğerleriyle mukayese edilemeyecek kadar müsbet gelişmeler olmuştur. Afrika kıt‘asının ise, müslüman ülkeleri istisna edersek, bir köleler vatanı olduğunu ve XIX. yüzyılda köleliğin ve köle ticaretinin yasaklanmasına kadar, bu bölgelerde insana ve hukuka saygının asla yerleşemediğini esefle müşahede ediyoruz.
Osmanlı Devleti”nin muâsırı olan bütün devletlerdeki durumu özetlemek dahi bu makalemizin sınırlarını aşacağından, verilen misallerle iktifâ ederek, şimdi Osmanlı Devleti”ndeki durumu özetlemeye çalışalım.
III- OSMANLI DEVLETİNDE İNSANA VE ONUN HAK VE HÜRRİYETLERİNE GÖSTERİLEN SAYGI
Önemle ifade edelim ki, bize öğretilenlerin ve başta müslüman ecdadımıza barbar diyen batılı ve peşin fikirli bir kısım araştırmacı ve tarihçilerin anlattıklarının tersine, Osmanlı Devleti”nde, uygulamadaki bazı yanlışlıkları ve suiistimalleri bir tarafa bırakırsak, insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygının, diğer çağdaşı olan devletlerle mukayese edilemeyecek derecede mükemmel olduğunu isbat eden deliller, tahmin edilenin çok üstündedir. Osmanlı Devleti toprakları üzerindeki gayr-i müslimlere ait ma‘bedler, mektepler ve mülkler, binlerce sayfayı bulan eski mahkeme kararları yani şer‘iye sicilleri ve sayıları 120 milyonu bulan Osmanlı Arşivindeki belgeler, bu hakikatın canlı şahididirler. Bazı iddiaların tersine, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, 1856 tarihli Islahat Fermanı ve 1876 tarihli Kanun-ı Esasî, insana ait hak ve hürriyetleri ilk defa kabul etmemiş, belki eskiden beri var olan bu hak ve hürriyetleri sadece yazılı hale getirmiştir. Bu husus, çok önemlidir . Ayrıntıya girmeden şimdi meseleyi beraberce mütala‘a edelim:
1- Osmanlı Devleti”nde İnsanı İnsan Yapan şahsî Hak ve Hürriyetlerin Korunması Ve Güvenlik İlkesi
“Ve dahi hapis yerlerinde kefil bulunur iken hapsetmeyeler, yazıp Dergâh-ı Alîye arzedeler. Meğer ki, şenâ‘at-i azîme ola. Ve dahi firar ihtimali olub kefil bulunmayıcak hapsedeler.” .
Zikredilen kanun hükümlerinin, asrımızın dahi yüz karası olan işkenceyi de şiddetle yasakladığını açıkça görüyoruz. Buna şu hadiseyi de ilâve ederek bu mevzuyu tamamlayalım: Rumelideki Hristiyan nüfusun çokluğunu gören ve bundan ürken Yavuz Sultan Selim”in bunları cebren müslüman etme tasavvuruna karşı, şeyhülİslâm Zenbilli Ali Efendi”nün “Madem ki, onlar ra‘iyyetliği kabul etmişler. Dinimiz gereği, onların can, mal ve ırzlarını kendi can, mal ve ırzlarımız gibi korumakla mükellefiz. Bu yolda onlara cebretmek, dinimize muhâlifdir” diyerek, hem gayr-ı müslimlerin dahi şahsî hak ve hürriyetlerine gösterdiğimiz hürmeti ve hem de meşru‘ sınırlar içinde kalmak şartıyla din ve vicdan hürriyetine gösterdiğimiz saygıyı çok açık bir şekilde ifade etmektedir .
2- İnsana Ve Onun Hukukuna Gösterilen Saygıda Müslüman-Gayr-i Müslim Ayırımı Yapılmamıştır
Müslüman ecdadımız, her meselede olduğu gibi, Osmanlı Devleti”ne ait topraklarda yaşayan gayr-ı müslimler hususunda da, “şer‘-i şerif” dedikleri hukukun çizdiği sınırlar çerçevesinde hareket etmişlerdir. Osmanlı Devleti”nde “şer‘-i şerif” denilen İslâm hukukuna göre, müslümanlarla sulh yapan ve müslüman bir devletin hâkimiyetini kabul eden gayr-ı müslimlere “zimmî” adı verilmektedir. Renk, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin hepsine aynı şekilde ve “şer‘-i şerif” ne diyorsa öyle muamele yapılır.
“Ben Ulu Padişah ve Ulu şehinşah Sultan Muhammed Hân bin Sultan Murat Hânım. Yemin ederim ki, yeri göğü yaradan Perverdigâr hakkı içün ve Hazret-i Resûlün -Aleyhis-Salâtü Ves-Selâm- pâk, münevver, mutahhar ruhu içün ve yedi Mushaf hakkı içün ve 124 bin peygamberler hakkı içün, dedem ruhu içün ve babam ruhu içün, benim başım içün ve oğlanlarım başı içün, kılıç hakkı içün……
Anlar dahi rençberlik edeler. Gayrı memleketlerim gibi, deryadan ve karadan sefer edeler, kimesne mani‘ olmaya, mu‘âf ve müsellem olalar.
Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar âyinlerince. Ammâ çan ve nâkus çalmayalar. Ve kiliselerin alub mescid etmeyem. Bunlar dahi yeni kilise yapmayalar.
şöyle bileler, alâmet-i şerife i‘timâd kılalar.” .
İnsana ait bütün hak ve hürriyetlere, Osmanlı Devletin”de nasıl saygı ve itina gösterildiğini izah için, müstakil bir kitap kaleme almak icabeder. Bu sebeple zikredilen kadarıyla yetinip, hukuka ve Osmanlı Devleti”nin hukuk sisteminin temelini teşkil eden “şer‘-i şerif” ve “kanun-ı münife ne derece saygı duyulduğunu göstermek için ayrı bir başlık açacağız ve Osmanlı Devleti”nin, çağdaşı olan devletlerle mukayese edilemeyecek üstünlükte bir hukuk devleti olduğunu, ancak bu esaslardan taviz verilince her düzeninin bozulduğunu göstermeye çalışacağız.
IV- OSMANLI DEVLETİNDE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ VE HUKUKA SAYGI
Özellikle yükselme devrinde, Osmanlı Padişahlarının hukuka karşı duydukları saygıları ve adaleti icradaki titizlikleri, inkâr edilemez tarihî bir hakikattır. Bir devlet, kuvvet kanunda olduğu müddetçe ayakta durur; aksi takdirde yani kanunun kuvvette olması durumunda, devlet, kudret ve kuvvetini kaybeder. Günümüzde “hukuk devleti” diye dillerde dolaşan bu mananın, tarihin altın sayfaları içinde müslüman atalarımızda tezâhür ettiği bir gerçektir. Elbetteki bu hal, hukuk ve ilim adamlarının şahsiyetiyle de doğru orantılı olan bir meseledir. Konuyu daha iyi takdim edebilmek için yaşanmış olaylardan birini burada zikretmek istiyoruz:
V- SONUÇ
Özellikle Osmanlı Devleti”nde, insana ve hukuka saygının, bize anlatılan ve peşin fikirli bir kısım ilim adamlarının kitaplarında yazılan gibi olmadığını, zikredilen misâllerden anlıyoruz. Ancak bütün bu anlatılanlardan kasdımız, Osmanlı Devleti”nin 600 senelik ömrü boyunca aynı seviyede insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygı gösterdiğini iddia etmek değildir.Zaten yükselme dönemindeki hukuka ve insana saygı aynen devam etseydi, Osmanlı Devleti bugüne kadar devam ederdi ve yıkılmazdı. Ancak biz, mevcut suiistimalleri ve uygulama hatalarını kabul etmekle beraber, zikrettiğimiz belge ve olaylarla, yapılan bir yanlışı düzeltmek istiyoruz. O da, sanki Osmanlı Devleti”nde insana ait hak ve hürriyetlerin, 1839 tarihli Tanzimat, 1856 tarihli Islâhât ve 1876 tarihli Kanun-ı Esasî ile, o da eksik olarak kabul edildiği şeklindeki iddialardır. Halbuki yapılan izahlar göstermiştir ki, bu fermanlar ve Kanun-ı Esasî, eskiden beri var olan hak ve hürriyetleri, sadece yazılı hale getirmiş ve uygulamadaki hatalara ve suiistimallere dikkat çekerek eskiden olduğu tarzda hak ve hukuka ri‘âyet edilmesini ısrarla tekrar etmişlerdir. Bu anlattıklarımızı teyid etmek açısından, Hollandalı bir gayr-ı müslim hukukçunun, 1895 yılında, “şer‘-i şerif” ve “kanun-ı münif” diye özetlenebilecek Osmanlı Hukuku hakkında, II Abdülhamid”e sunduğu bir rapordan bazı cümleler nakletmek istiyoruz:
O halde 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, hukukî hükümlerin icra edilmemesinden dolayı devletin felâketlere sürüklendiğini, mevcut şer‘î hükümlerin icrası ve hukukun hâkim kılınması gayesiyle yeni hukukî düzenlemeler yapılması gerektiğini ve özellikle can, mal ve namus güvenliği için askerî, cezaî ve malî düzenlemelerin yapılması icabettiğini vurgulamaktadır ki, zaten bunlar, eski Osmanlı Hukukunda yani şer‘-i şerif ve kanun-ı münifde de vardır. Eksik olan uygulamadır. 1856 tarihli Islâhât Fermanı olarak vasıflandırılmış ve sadece gayr-ı müslimlere bazı imtiyazlar verilmesi için Batılı devletlerin siyasî baskıları sonucu ilan edilmiştir. Zira muhtevasında istenen haklar, zaten şer‘-i şerif ve kanun-ı münif denilen Osmanlı Hukukunda da vardır. Arzu edilen, gayr-ı müslimlerin Osmanlı Devleti”nde hâkim sınıf haline gelmeleridir ve maalesef zamanla gelmişler ve Osmanlı Devleti”ni yıkmışlardır.1876 tarihli Kanun-ı Esâsî”nin ise, eskiden beri var olan insana ait hak ve hürriyetleri, Batılı devletlerin istediği üslupla yazılı hale getirilmesinden ibaret olduğunu esefle müşahede ediyoruz.
[2] Meselenin bütün yönleriyle izahı için bkz: Barkan, Ömer Lütfü, Türkiye”de Toprak Meselesi, Toplu Eserler 1, İstanbul 1980, sh. 876 vd.
[3] Akın, İlhan F., Kamu Hukuku, İstanbul 1987, sh. 280-287; Sıba‘î Mustafa, El-Mer‘e (Tercüme: İhsan Toksarı), İstanbul 1969, sh.21
[4] Akın, Kamu Hukuku, 292 vd.; Sıbâ‘î, 20; Gürkan, Ahmet, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, sh. 136.
[5] De La Jonquiere, Histoire de I”Empire Ottoman, sh. 164; Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-i Belediye, c.I, sh. 217.
[6] Akın, Kamu Hukuku, 287-292.
[7] Dikmen, Mehmed, İslamda Kadın Hakları, İstanbul 1983, sh. 13 vd.; Sıbâ‘î, 18.
[8] Cin, Halil / Akgündüz, Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 1990. c.I, sh. 186-187.
[9] İmre, Zahit, Medeni Hukuka Giriş, İstanbul1976, sh. 89 vd.; Akın, Kamu Hakuku, 321 vd.
[10] Kur‘an, Mâide, Ayet, 32.
[11] Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 334, 412; X, 389, 395; Armağan, Servet, İslam Hukukunda Temel Hak Ve Hürriyetler, Ankara 1987, sh. 82 vd.
[12] Gaziantep fier‘iye Sicilleri, Defter No 2, sh. 282, 300; Üsküdar fier‘iye Sicilleri, Defter No: 136, sh. 6; Akgündüz, Ahmed/Hey‘et, fier‘iye Sicilleri, İstanbul 1988, C.I, sh. 224-225.
[13] Bkz. Belge No: 1 ve 2.
[14] Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, md. 8.
[15] Armağan, 89 vd.
[16] Kur‘an, Fâtır, Ayet, 18.
[17] IV. Murad Kanunnâmesi, Süleymaniye Kütüp. Esat Efendi, No: 2362, Vrk. 35/b.
[18] Hüdâvendigâr Livası Kanunnâmesi, md. 33-34 (Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri, II/184, Bâyezid II-18, md. 33-34).
[19] Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-ı Belediye, c.I, sh. 217-218.
[20] Konu ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Zeydan, Abdülkerim, Ahkâm”üz-Zimmiyyîn Ve”l-Müste‘menîn, sh. 3 vd.; Molla Hüsrev, Dürer ve Gurer, I, sh. 298 vd.; Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, III, İzmir 1991, sh. 110 vd.
[21] Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, II, İzmir 1990, sh.10-13.
[22] Paris Bib. Nat. ms. Fonds turc anc. n. 130, Vrk. 78; Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri, I, sh. 476-479; Bkz. Belge No: 3
[23] Süleymaniye Kütüphanesi, Reşid Efendi, No: 1036, Vrk. 48/a-49/a; Akgündüz, Belgeler, III, sh. 180-183.
[24] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, YEE, 14-1540, sh. 18 vd.