Sosyal tabakalaşma terimi belirli bir nüfusun hiyerarşik olarak sosyal manada üst üste gelen sınıflar halinde farklılaşması ve genel olarak otorite, prestij, statü ve güç gibi çeşitli değişkenlere göre nüfusun farklılaşmasının hiyerarşik sıralanması anlamında kullanılmaktadır. Tarih boyunca görülen sosyal tabakalaşma çeşitleri şu başlıklar altında toplanabilir; 1) İlkel toplumlarda görülen yaygın köleliğin doğurduğu tabakalaşma. 2) Ortaçağ Avrupa’sında geniş toprak mülkiyetine dayanan feodal sistem. 3) Kast sistemi. 4) Statü tabakalaşmasının doğurduğu sosyal sınıflar.
Sosyal sınıf kavramı ise, sosyal tabakalaşma kavramı ile iç içe bir kavramdır. Sosyal sınıfların olduğu yerde bir sosyal tabakalaşmadan, sosyal tabakalaşmanın olduğu yerde ise sosyal sınıfların varlığından söz edilir. Tarihin kaydettiği bütün toplumlarda sosyal sınıfların varlığı bilinmektedir. Sosyal sınıflar hiç bir zaman ortadan kalkmamakta, karakter değiştirerek devam etmektedir. Sosyal sınıfların önem kazanması çağdaş sanayi toplumlarıyla mümkün olmuş, modern toplumlarda ise sosyal farklılaşma ve politik hiyerarşi artmıştır.
Osmanlı Devleti’nde batılı anlamda sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıflar oluşmamıştır. Pek çok tarihçi ve sosyolog bu konuda fikir birliği içerisindedir. Batıda görülen serf-senyör, proleterya-burjuvazi şeklinde bir tabakalaşma Osmanlı toplumu içinde vücut bulmamıştır. Mevcut durumu ne bir sınıf sistemi, ne bir kast ne de feodal sistem olarak tanımlamak mümkün değildir.
Batıda oluşan sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıfların benzer şekilde Osmanlı Devleti’nde gelişememesinin nedeni, İslâmi toplum ve mülkiyet anlayışıdır. Türk-İslâm değer hükümleri toplumda tabakalaşmayı şekillendirmiştir. İstismarı önleyici, iddiharı yasaklayıcı, diğergam ve dayanışmacı prensipler ve sermayenin belirli ellerde toplanmasını engelleyen ilke ve uygulamalar farklı bir tabakalaşmaya neden olmuştur. İslâmi anlayış toplumda yönetici olanları yönettiklerinden sorumlu tutmuş, bu nedenle yönetici-yöneten arasındaki ilişki bir tahakküm değil bir sorumluluk ilişkisi şeklini almıştır. Yönetimin en başındaki sultan “uyruklarının babası” olma gibi bir telakkiden çok “tebaanın refahlarından şahsen sorumlu olduğu” kanaatını taşımış ve tebaasını kendisine “Cenab-ı Hakkın bir vediası” yani emaneti olarak değerlendirmiştir.
Osmanlı Devleti’nde sınıf anlayışının batıda görülen anlayıştan farklı olması nedeniyle bir asiller sınıfı ve aristokratlar doğmamıştır. Devlet kapitalistleşmeye karşı olduğu gibi, tahakküme dayalı sınıflaşmaya da karşı idi. Zaten toplumda sosyal ilişkileri düzenleyen prensipler sınıfçı eğilimleri zayıflatıyor, farklı meslek ve statü sahiplerini birbirine bağlıyordu. Daha sonra farklı meslek ve statü sahipleri devlete bağlanıyordu. Bu özellikleri gösteren Osmanlı sisteminde batıda görülen keskin sınıf ayrımları görülmemiştir. Osmanlı yazarları da sosyal grupların dünya işlerinde birbirlerinden üstün olmadıklarını, toplumda iş bölümünü oluşturan bu grupların zirai üreticiler, ticâret ve sanat ehli, âlimler ve askerlerden oluştuğu ve bu grupları yönetenlerin tercih ve tafdili için bir sebeb olmadığını belirtirler.
Toprak mülkiyetini devletin uhdesine alması, yukarda belirttiğimiz gibi sermayenin belirli ellerde toplanmasını engelleyen ilke ve asalete dayanan eski Türk aşiret anlayışına son verilmesi Osmanlıda batı türü sınıflaşmayı engelleyen en önemli âmil olmuştur. Böylece siyasi iktidarı etkileyebilecek toprak asilleri ve büyük sermaye sahipleri gibi güçlerin oluşması engellenmiştir.
Osmanlıda sosyal tabakalaşmayı belirleyen önemli bir ayrım, yöneten-yönetilen ayrımıdır. Yönetenler askerî, yönetilenler re’âyâdır. Bu ayrımda mali kaygılar yatmaktadır. Dinî ayrım; müslim-gayr-ı müslim şeklindedir. Hukukî ayrım; hür-köle ayrımıdır. Ayrıca XVII. yüzyıldan itibaren âyan denilen yeni bir sosyal tabaka daha belirmiştir.
Bu tür çoklu bir ayrımın dışında toplumu iki ana sınıfa ayırarak değerlendiren İnalcık”a göre; “Osmanlı toplumu iki ana sınıfa ayrılıyordu. Askerî denen ilki, saltanat beratı ile padişahın dinsel yetki ya da yürütme yetkisi tanıdığı kimseleri, yani saray memurları, mülki memurlar ve ulemayı içine alıyordu. İkincisi, re’âyâ olup, vergi veren, fakat hükümete katılmayan bütün Müslüman ve Müslüman olmayan uyrukları içine alıyordu Uyruklarını askerilerden uzak tutmak devletin temel bir kuralıydı. Yalnızca sınırlarda fiilen savaşçılık eden ve medresede düzenli bir eğitimden geçerek ulema zümresine girenler padişahın beratını alıp askeri sınıfın üyeleri olabilirlerdi”.
Konuyu toprak mülkiyeti açısından değerlendiren Mustafa Akdağ, Osmanlı Devleti’nde toprak mülkiyetinin devletin elinde bulundurulması sonucu sosyal tabakalaşmanın devletin öngördüğü biçimde şekillendiğini belirtir. Osmanlı toprak düzeninin esasını oluşturan “mîrî arazi rejimi“; fethedilen yerlerin (ziraata elverişli alanların) özel mülkiyet dışı tutularak kamu malı sayılıp devletin elinde bırakılması idi. Diğer tabii kaynaklar da aynı doğrultuda kamulaştırılarak devletin kontrolüne bırakılmıştı. XVI. yüzyılın sonlarına kadar yaşatılan bu kamulaştırma prensibinin bir neticesi olarak, devlet toplumun gidişatına göre şekilleneceği yerde, toplum devletin elinde yoğrulmuş, dolayısıyla sosyal tabakalaşma da bu siyasi tercih çerçevesinde biçimlenmiştir. Böylece, Osmanlı Devleti’nde toplumun “sınıfsal ayrışımını” meydana getiren devletin kendisi olmuştur. Bu sebeple, Osmanlı toplumundaki oluşuma sosyal değil, fonksiyonel oluşum; böyle bir oluşum içinde şekillenen sınıflar da sosyal sınıflar değil, fonksiyonel sınıflar denmesi daha doğru olacaktır. Osmanlı toplumunda ortaya çıkan bu oluşum “ne Doğuda, ne de Batıda hiç örneği bulunmayan” bir hususiyet taşır.
XVI. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı devlet ve toplum yapısı incelendiğinde bütün toplum fertlerinin başlıca şu üç kategoriye ayrıldığı görülür; 1- Askeri Sınıfı, 2- Şehirli Sınıfı, 3- Köylüler (çiftçi ra’iyyet sınıfı). Burada her ne kadar fertleri üç ayrı kategoride ele alarak ayrı ayrı incelemek mümkün ise de askeri sınıfın dışında kalan kesim “ra’iyyet” olarak mütalaa edilmektedir. Bu nedenle bütün devlet teşkilâtında ve kanun metinlerinde bu esasa göre hareket edilerek düzenlemeler ona göre yapılmıştır. Böyle bir ayırım eski İslâm ve Türk Devletlerinde “erbâb-ı seyf“ ve “erbâb-ı kalem“ şeklinde görülmekte idi. Erbab-ı seyf ve erbâb-ı kalem, Osmanlıda askeri sınıf kavramı içine dahil edilmektedir. Tarihçi Cengiz Orhonlu ise Osmanlı cemiyetini üç unsura ayırır: 1) Ulema, esnaf, ümera gibi çeşitli grubları içine alan eşraf. 2) Köylüler. 3) Ehl-i örf denen memurlar.
Sosyologlar ise yükselme döneminde toplumu oluşturan fertleri üç tabaka halinde incelemişlerdir. Yukarı tabakada merkezî otoriteyi temsil eden siyasi iktidar sahipleri, ordu ileri gelenleri, has ve tımar sahipleri, âyan, eşraf ve mahalli beyler, orta tabakada; ticari ve sınayi kesim, alt tabakada; re’âyâ (halk) bulunmaktadır.
Re’âyâ veya ra’iyyet, devlete vergi vermekle yükümlü geniş bir kitleyi oluşturmaktadır. Askeri sınıf kavramı ise, fiilen askerlik anlamından öte, daha kapsamlı olarak bütün kamu hizmetlerini deruhde edenleri içine almaktaydı. Padişahın verdiği özel bir beratla herhangi bir devlet hizmetine tayin edilen ve böylece belirli vergi yükümlülüklerinden muafiyetle ehl-i berat olanlar asker statüsünü kazanmakta idiler. Herhangi bir hizmet karşılığı beklenmeden vergilerin bir kısmından veya bütününden muaf olan tekke şeyhleri, peygamber evladından olduklarına dair berat almış bulunan sâdât kesimi de askeri sayılmakta idiler. Kadılar, müderrisler, yüksek medreselerdeki talebeler ve mezunları (danişmend ve mülâzımler) gibi ilmiye mensubu kişiler berat ve vazife almadıkları zaman bile askeri sıfatını haiz idiler.
Geniş bir kitleyi muhtevi askeri sınıf kavramı içinde mütalaa edilen grublar birbirlerinden çok farklı sosyal statü ve mevki sahibi kişilerden, “hem sosyal hiyerarşinin tepesinde bulunan padişahı hem de ücretini bir vakıftan alan bir cami ferraşı”ndan teşekkül ediyordu.
Böylece teşekkül eden bu geniş sınıfın bilhassa vergi konusunda re’âyâdan farklı olarak birçok imtiyazları vardı. Re’âyânın ödemek zorunda olduğu ra’iyyet rüsumu ve diğer vergilerden muaf idiler ve bu muafiyet Osmanlı idari teşkilâtı içerisinde askeriyi re’âyâdan ayırdeden belli başlı bir vasıf sayılıyordu. Askerî kesimin vergiden muaf tutulmaları ve kazasker mahkemesinde yargılanma gibi bir takım ayrıcalıkları bu kesimin sosyal hayatta itibarlarını yükseltmiştir[1].