Rahmi Tekin
XII. yüzyıl İslam medeniyetinin en parlak ve göz kamaştırıcı yüzyılıdır. XIII. yüzyıla gelindiğinde İslam medeniyetinin tahribi birinci derecede Moğollar’ın eliyle olmuştur. Gerçekten medeni hayatın tahribinde ve İslam Alemi’nin böyle büyük bir felakete uğramasından sonra, ilim ve medeniyetin gerilemesi için başka şart ve sebepler aramak beyhudedir.
Prof. Dr. Laszlo Rasonyi’nin Moğollar’ın tahribatı hakkında bu kısa ve veciz tesbiti oldukça yerindedir; …o (Moğol tahribatı) manevi değerleri saklayan kitleleri imha etti. Şehirleri, medeniyet ocaklarını yaktı. İslam dünyasında Orta-Asya’nın tekrar önem kazanması bir hayli zaman aldı.[1]
Muasır düşünürler ve daha sonra gelen İslam mütefekkirleri Moğol İstilasını, İslam dünyasının başına gelebilecek en büyük felaket olarak nitelendirmişlerdir. Moğol istilasının İç-Asya, Türkistan, Harezm, Horasan, Afganistan, İran, Irak, Azerbaycan, Doğu Anadolu ve Suriye’de verdikleri zayiat çeşitli kaynaklar ve görgü şahitleri ile tesbit edilmiş ve yapmış oldukları tahribat asırlar sonra da tasvir edilmiştir. Müslüman ve Hıristiyan kaynaklarının ittifak ettikleri bu zulümleri anlatmaktadırlar.
XIII. yüzyılın ilk yarısında yaşayan el-Muaffık Abdullatif Moğol tahribatını şöyle anlatıyor:
Moğol istilası tarihleri unutturdu ve onların musibeti yer yüzünü doldurdu. Hiç bir halk şehirlerine giremeyinceye kadar onları tanımaz ve hiç bir asker onlarla karşılaşmayıncaya kadar onları bilmezdi. Moğol kadınları da çok iyi silah kullanır ve erkekler gibi savaşırlardı. Rastladıkları her eti yerlerdi. Yaptıkları katliamlarda erkek, kadın, yaşlı ve çocuk ayrımı yapmazlar tamamını siler süpürürlerdi. Onların gayesi insanlık nevini yok etmekti, yoksa gözleri malda mülkde değildi.[2]
Yine o dönemin dehşetini Sıbt İbnu’l-Cevzi, İbnu’l-Esir ve Suyuti gibi tarihçiler dehşet ve hayretle anlatmaktadırlar. Moğol istilasının dehşetine şahit olan İbnu’l-Esir, Moğolların İslam alemine tasallutlarını dünyanın en büyük hadisesi ve musibeti olarak değerlendirerek şöyle demektedir:
Zaman yaratıldığından beri böyle bir bela görülmemiştir. Öyle bir musibet ki, bütün mahlukat onlardan zarar görüyor. Onlardan zarar görenlerin başında tabi ki Müslümanlar gelmektedir. Eğer birisi çıksa ve dese ki, Kâinat yaratıldığından bu ana kadar böyle bir musibet görmemiştir, iddia etse, muhakkak ki, doğru söylemiş olur. Çünkü tarih böyle bir afeti daha kaydetmemiştir.[3]
Celaleddin Suyuti ise, Moğolların tahribatını Buhtunnasara’nın İsrailoğulları’nı katl ve Beytu’l-Makdis’i tahribatına benzetmektedir.[4] İbni Haldun da Moğol tahribatını uzun uzun anlatarak, yapmış oldukları tahribat hakkında eserinde geniş yer vermektedir.[5]
Moğol tarihçisi Cüveyni de Buhara ve Semerkand’da ki tahribatı ve katliamı anlatırken şöyle diyor, kıyamete kadar bunların nesilleri çoğalsa dahi, eski nüfuslarının onda birine çıkamayacaktır, diye belirtmiştir.[6]
Moğol katliamından kaçan Türk göçebeleri ile birlikte pek çok ilim ve kültür mensubunun Anadolu’ya göçmesinin şüphesiz Anadolu’da İslam medeniyetinin ilerlemesinde katkısı olmuştur. Bir çok Müslüman Türk oymağı kütleler halinde Horasan’dan, Harezm’den Anadolu’ya gelerek Anadolu’nun tahkim ve imarında büyük rol oynamışlardır. Fakat bunlara rağmen, istiladan sonra başlayan imar ve kültür faaliyetleri geniş medeniyet harabeleri yanında çok sönük ve küçük kalmıştır.
Moğol istilasının İslam aleminde bu kadar yankılanmasına rağmen, bazı tarihçiler, Moğol tahribatının, Anadolu’ya kazandırdıkları yanında pek önemli olmadığını, dolayısıyla Moğol tahribatını kaynaklarda anlatıldığı şekliyle kabul etmemektedirler. Konuya daha değişik bir yorum tarzı getirmektedirler.[7]
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Moğol tahribatı bir çok yerde hükmünü icra etmiş ve bir çok şehri harabe haline getirmişti. Biz bunların tamamını tafsilatıyla anlatacak değiliz. Ancak elimizde bulunan kaynaklara göre, Moğollar’ın Buhara ve Semerkand’da yaptıkları tahribata kısaca değindikten sonra, Moğollar’ın Ahlat ve çevresinde yaptıkları tahribatı çeşitli yönleri ile kaydetmeye çalışacağız.
Semerkand ve Buhara Maveraunnehr’in başlıca iki önemli şehirlerindendir. Buhara 4 Zilhicce 616/10 Şubat 1220’de Cengiz Han’a teslim olan ilk şehirlerdendir. Ardından Rebiülevvel 617/ Mayıs 1220’de Semerkand düştü. Bu arada Cengiz Han şehirlerin yağmalanmasına müsaade etti. Her iki şehir de yağmalanarak yangınlar çıkartıldı. Buhara’da Cuma Mescidi ile bir kaç saray haricinde, şehir baştan başa yandı. Bu şehirlerde bulunan halkın tamamı öldürüldü veya başka bir yere sürüldü. Semerkand bu ağır tahribattan sonra, yüz elli yıl harap bir vaziyette kaldı. Hatta İbni Batuta 1350 yılında Semerkand’a uğradığında harabeler arasında az miktarda ev bulabilmiştir. Semerkand’ın yeniden imarı ancak 771/1369’da gerçekleşebilmiştir.[8]
Semerkand kaynaklara göre, sarayları, köşkleri, medreseleri, türbeleri ile şehir civarında geniş sahaları kaplayan bahçeleri ve meyveleri ile ma’mur bir şehir ve o dönem için dünyanın en büyük merkezlerinden biri idi. Moğollara karşı yüz on bin kişi şehri müdafaa etti. Bunlardan yetmiş bini ölünce şehrin ileri gelen kadı ve şeyhülislâmı Moğollar’la anlaşarak elli bin insanın kurtulmasını sağladılar. Binlerce insan kapatıldıkları ev veya camilerde diri diri yakıldılar. Moğollar istilasından önce Semerkand’da yüz bin hane mevcut iken, Moğol istilası sonrası bunun dörtte biri ancak kalabilmiştir.[9]
Moğol tahribatının boyutlarının anlaşılabilmesi için Cüveyni’nin Buhara tahribatı hakkında kaydettiği olayı aynen veriyoruz:
İmam Celaleddin Ali b. Hasan Zendi, Moğolların cami yağma ettiklerini ve atların nallarının Kur’an sahifelerini çiğnediğini görünce şehrin en faziletli alimlerinden Rukneddin İmam-zâde’ye infialini ifade edince, şu cevabı alır: “Sus! Allah’ın gazabının rüzgarı esti, onun karşısında duracak güç bizde yoktur.” Bununla beraber İbnu’l-Esir Rükneddin İmam-zâde’nin, Moğolların esirlere alçakça muamele ettiklerini ve kadınları hırpaladıklarını görünce kendisi ve oğlu onlarla dövüşerek şehid oldu.[10]
İslam tarihçilerinin Moğol zulmünü aktarmaları yanında, bir çok müsteşrik de, bu konuya eğilmiş ve bunun üzerine çalışmalar yapmıştır. Bunlardan objektif bir biçimde meseleyi değerlendiren Prof. Dr. Philip K. Hitti’nin görüşlerine yer vereceğiz:
Moğol ordusu uçarcasına giden atlara binmiş ve kendilerine has ok ve yaylarla silahlanmış olarak vardıkları her yerde taş üstüne taş bırakmadılar ve yaygın bir tahribat meydana getirdiler. Onlardan evvel İslam kültürel varlığını temsil eden merkezler esasen sahneden silinip gitmiş, geride kuru çöller ve vaktiyle devlet başkanlarının yaptırmış oldukları sarayların ve kütüphanelerin göğe dikildiği binaların şekilsiz harabeleri kalmış bulunuyordu. Arkada kalan kıpkızıl bir kuşak bunların geçtiği yerlerdeki izlerine işaret etmekteydi. Herat, Buhara, Semerkand, Belh ve Harezm ülkesi baştan başa Moğol istilasına uğrayarak virane haline gelmişti.
Dünyanın evvelce hiç görmediği böylesine geniş bir imparatorluğun yenilmez kurucusu, İslam toprakları üzerinde rüzgar sürati ile bir baştan bir başa geçip gittiğinde işte bunları yapmıştı. Onun (Cengiz Han’ın) liderliğini yaptığı millet, XIII. yüzyılın ilk yarısı boyunca, Çin’den Adriyatik kıyılarına kadar uzanan bölgelerde kurulu bütün hükümdarlıkları temelinden sarsmıştı. Rusya kısmen katedilmiş ve Orta Avrupa’ya ve Prusya gibi doğu bölgelerine sızılmış bulunuyordu. Moğol ordularının istilasından Batı Avrupa’yı kurtaran şey, sadece ve sadece Cengiz Han’ın oğlu ve aynı zamanda O’nun yerine geçen Moğol hükümdarlarının 1241’deki ölümü olmuştur.[11]
P. Hitti XIII. yüzyılı Müslümanlar için değerlendirmesinde de oldukça ilginç bir yaklaşım tarzı sergilemektedir. Söz konusu asrın ilk yarısında, Müslümanlar Doğudan gelen Moğol atlı okçuları ile Batıdan üşüşüp gelen zırhlı elbiseler içindeki Hıristiyan Haçlıları arasında sıkışıp kalmıştı. Yine aynı asrın ikinci yarısında son Haçlı sürüleri denize dökülmüş, İlhanlılar’ın yedinci hükümdarı Gazan Mahmud’un İslam’ı devlet dini olarak tanıması neticesinde Hz. Muhammed’in (ASV) getirdiği İslam imanı, göz kamaştıracak bir zafer daha kazanmıştı.[12]
Bir müsteşrik olarak Philip Hitti’nin böyle bir değerlendirme yapması gerçekten de çok önemlidir. Çünkü o dönemi, objektif bir şekilde bütün çıplaklığı ile görebilmiş ve olayları aynen anlatabilmiştir.
Anadolu’da Moğol Tehlİkesine Karşı Alınan Önlemler
Moğollar’ın Harezm ülkesini baştan başa istilaları üzerine Alaaddin Keykubat uzun zamandan beri endişe ile takip ettiği Moğollar ile komşu oldu. Her şeye rağmen memleketinde tahta çıktığından beri kale ve surlar inşa etmiş, tehlikeyi davet edecek küçük komşu devletleri, ittifak veya tebaiyyeti altına sokmak ile onları zararsız hale getirmişti. Bu arada İznik İmparatoru ile ananevi dostluğunu devam ettirmek, hep Moğollar’a karşı alınan tedbirler cümlesinden idi. Bu meyanda Alaaddin Keykubat’ın Celaleddin Harezm-Şah’a Ahlat kuşatması sırasında yazdığı mektup bu husustaki düşünce ve endişelerini açıkça ortaya koymaktadır.[13]
Yukarıda bahsedilen mektupta da görüldüğü gibi, Alaaddin Keykubat Moğol tehlikesi karşısında Celaleddin Harezm-Şah’a birlik çağrısında bulunarak deneyimli büyük bir devlet adamlılığı edasıyla şu tavsiyelerde bulunmuştu;
…Tatar ordusu ile iyi geçinmeniz ve onlara karşı alttan alma yolunu tutmanızdır. …ümidimiz odur ki, tatlı dille ve mal gücüyle, alevi dünyanın her yanını sarmış, Doğu taraflarını yakıp kül etmiş olan bu fitne ateşi söndürülür. …Moğol Hanı’na elçiler gönderip, onlarla anlaşma yolunu tutun ve onlara karşı hiç bir şekilde ayrılık ve düşmanlık yoluna sapmayın…[14]
Söz konusu bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Alaaddin Keykubat Moğollarla sulh yoluyla Anadolu’yu bu tehlikeden kurtarmak istiyordu.
Alaaddin Keykubat zamanında Anadolu Selçuklu Devleti en müreffeh seviyeye ulaşmış ilim, sanat ve ticaretin gelişme gösterdiği bir çağ olmuştur. Buna rağmen doğudan çok dehşetli bir kasırga gibi gelen Moğol kuvvetleri karşısında dayanmanın mümkün olamayacağını anlayan akıllı hükümdar, İlhan-ı Azam’a şeklen tabi olduktan sonra, iç karışıklıkları ve Celaleddin Harezm-Şah’ın bir takım hücumlarını def etmek için uğraştı. Bütün Anadolu’yu kendi azimli idaresine alarak dıştan gelen hücumları savduktan başka, Moğol istilası tehlikesini de siyaseti ile önleyen bu tedbirli hükümdar zamanında, Anadolu halkı çok müreffeh ve mesut bir hayat geçiriyorlardı. Konya, Sivas ve Erzincan gibi büyük medeniyet merkezlerinin etraflarına surlar çekilmişti. Sultan Alaaddin Keykubat bu dirayetli siyaseti sayesinde, Anadolu’yu o büyük Moğol tehlikesinden, o dönem için kurtarmayı başarmıştır.[15]
Moğol Kağan’ı Oktay Kağan’ın Alaaddin Keykubat’a kendisine tabi olması teklifine (kendine tabi “İl”) karşılık, Sultan Alaaddin Keykubat’ın gayet nazik ve diplomatik bir uslüple, bunun manasını dost hükümdarların karşılıklı hediyeleşecekleri şeklinde yorumluyor ve nazik bir üslupla tâbiiyeti ret etmekle beraber, Oktay Kağan’ın da gönlünü hoşnut ediyor.[16]
Meşhur Osmanlı tarihçilerinden Ruhi Tevarih-i Al-i Osman (Ruhi Tarihi) adlı eserinde Moğol tehlikesine karşı Alaaddin Keykubat’ın almış olduğu tedbirleri şu cümlelerle ifade etmektedir:
…mezkur Sultan Alaaddin eyyamında zühd ve salah hayli revnak tutup enva-i ulum ve emn ü eman anın vilayetinde bî-keran ve refahiyyet-i reaya bî-payan olmuş idi. Padişah ki, oldu evvel Konya’ya baru çeküb, ikinci yılda Sivas’ı bina ittirüb, Erzincan’ı ve Çimişkezek’i ve Kemah’ı feth itti. Ve Erzincan’a dahi baru çeküb Tatar ile müsalaha olup bir kaç yıl sulh mukarrer oldu… İleri ki sayfalarda Tatarların bu sulhu bozup Anadolu’yu yağma ettiği haberi gelmektedir… nagah haber geldi ki, Tatar ahdin sıyub yine yagı olup, gelüp Rum vilayetin yakup yıkub garat iddi.[17]
Alaaddin Keykubat’ın vefatından (1237) sonra, Anadolu Selçuklu sultanları tamamen İlhanlılar’a bağlı hale geldiler. Adeta İlhanlılar’ın yetkisiz bir valisi olarak görev başında kaldılar.
——————————————————————————–
[1] Laszlo Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara 1993, s.181.
[2] Celaleddin es-Suyuti, Tarihu’l-Hülafa, Kahire 1969, s.467. Moğolların şehirleri ve İslam mimari sanat eserlerini tahribatı hakkında bakınız; Mustafa Cezar, Anadolu Öncesi Türklerde Şehir ve Mimarlık, İstanbul 1977, s.415-429.
[3] İbnu’l-Esir, a.g.e., c.XII, s.431; es-Suyuti, a.g.e., s.470; A. Cevdet Paşa, a.g.e., c.II, s.394.
[4] es-Suyuti, a.g.e., s.470; A.Cevdet Paşa, a.g.e., c.II, s.394.
[5] İbni Haldun, a.g.e., c.V, s.573.
[6] Osman Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İstanbul 1969, s.403.
[7] Moğol tahribatı hakkında farklı bir yorum için bakınız; W.Barthold/F.Köprülü, İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara trs, s.61-72,184; W. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, Haz. H. Dursun Yıldız, Ankara 1990, s.405-447; Söz konusu kaynakta Moğol hakimiyeti hakkında geniş bilgi mevcuttur. Ayrıca bkz. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihi’ne Giriş, İstanbul 1981, s.251 vd.
[8] Mirza Bala, “Buhara”, İA, İstanbul 1979, c.II, s.767; H.H.Schaeder, “Semerkand”, İA, İstanbul 1988, c.X, s.470; Carl Brockelmann, İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi, çev. Neşet Çağatay, Ankara 1992, s.204; Philip K. Hitti, İslam Tarihi, çev., Salih Tuğ, İstanbul 1989, c.II/1, s,760.
[9] es-Suyuti, a.g.e., s.470-471; W. Barthold, a.g.e., s.437; Osman Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, s.407.
[10] W. Barthold, a.g.e., s.435.
[11] Philip K. Hitti, a.g.e., c.II/3, s.759-760.
[12] Philip K. Hitti, a.g.e., c.II/3, s.770.
[13] Bu mektubun büyük bir kısmı yukarıda kaydedilmiştir. Mektubun tamamı için bakınız; İbni Bibi, a.g.e., c.I, s.381-384; Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, s.82 vd; Osman Turan, “Keykavus I”, İA, c.VI, s.655-656.
[14] İbni Bibi, a.g.e., c.I, s.382-384.
[15] Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1991, s.188; Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, Ankara 1993, s.169.
[16] Osman Turan, “Keykubat”, İA, c.VI, s.655. Bu dönemde İl’in manası Moğollar’a vergi veren ve onlara tabi demektir.
[17] Ruhi, Ruhi Tarihi, yay. haz. Halil Erdoğan Cengiz/Yaşar Yücel, Belgeler, Ankara 1992, c.XIV, sy.18, s.376-377.