Prof. Dr. Semavi EYİCE
Sekbanbaşı İbrahim Ağa Mescidi
İstanbul”da büyük değişiklikler yapılırken 1940 yıllarında Unkapanı”ndan Yenikapı”ya uzanan geniş bir bulvar açılması da kararlaştırılmıştı. Şehircilik uzmanı Henri Prost, Atatürk Bulvarı adı verilen bu caddenin şehrin Marmara kıyısında tasarlanan merkezinin Beyoğlu semtine bu cadde ile bağlanmasını düşünmüştü. Cadde aynı zamanda şehrin bu kesiminde iki yükseklik arasında uzanan Bozdoğan kemerini de daha belirli bir biçimde meydana çıkarmayı uygun görmüştü. Bulvar açılırken iki tarafındaki eski eserlerden birçoğu yol üzerine isabet etmemelerine rağmen, ileride arsalarını satıp gelir sağlamak düşüncesiyle yıktırıldılar. Bunlardan biri de Sekbanbaşı ibrahim Ağa Mescidi oldu. Sekbanbaşı Mescidi, Unkapanı”ndan çıkarken sağ tarafta Gazanfer Ağa Medresesinin az aşağısındaki yapı adasında bulunuyordu. Gazanfer Ağa Medresesi yerinde bırakıldığına göre, ona nazaran yaya kaldırımının bile daha gerisinde olan bu mescit durabilirdi. Mescidin esası Bizans dönemine ait küçük eski bir kilise idi. Tamamen tuğladan olan bu yapı İstanbul”un fethinin arkasından şehitlerden Sekbanbaşı İbrahim Ağa adına mescide dönüştürülmüştür.
Ayvansaraylı Hüseyin Efendi Hadîka adlı eserinde Sekbanbaşı”nın şehit oluş tarihini 902 (1496/97) olarak verir ve kabrinin mihrab önünde bulunduğunu da bildirir. Ancak Sekbanbaşı İbrahim Ağa”ya ait olduğu sanılan, fakat yazı türünden ve biçiminden çok geç bir döneme ait olduğu anlaşılan ve müzeye götürülmüş olan mezar taşında 857 (1453) tarihi vardır. Fakat mescid yıkılırken etrafa saçılan taşlar arasında bulduğumuz kırık ve tarih kısmı eksik bir taş, belki de Sekbanbaşı İbrahim Ağa’nın gerçek tarihiydi. Bu mezar taşı, gerek üzerindeki hat ve gerekse işlemeleri bakımından bütünüyle bir 15. yüzyıl eseri olduğunu gösteriyordu. Bu mezar taşının hazîrede bulunuşu, mescidin 15. yüzyıl sonlarında bir İslamî ibadet yeri olarak kullanıldığını belli etmektedir. 19.yy.’daki tamiri sırasında şimdi müzeye götürülen yeni bir taş işletilip konulmuştu.
Sekbanbaşı Mescidi İstanbul’un büyük yangınlarından birinde 19. yüzyılın ilk yarısında harap olmuştu. Kapı üzerinde duran Sultan Mahmud tuğrasının altında 14 mısralık manzum bir kitabede camiin harap bir halde dururken Sultan II. Mahmud’un ikballerinden Sultan Aziz”in annesi Pertevniyal Sultan tarafından 1254 (1838) tarihinde tamir ve ihya ettirildiği bildiriliyordu: “ …Hemen bu cami kalmış gerçi viran ve harab ancak/ Nasib oldu bunun ihyası ber tâb hulûsane/ ki oldur mader Sultan Abdülaziz efendinin/ Muvaffak oldu hakka ””Pertevniyal” Hanım bu ihsâne..” Bu tamirden sonra
1877 yıllarına doğru yayınlanmış Rumca bir kitapta mescidin kıble cephesi ile önündeki hazîre, Galanakis adındaki bir ressam tarafından çizilen bir resim sayesinde tanınmaktadır.
Bina mescide dönüştürüldüğünde, dört duvardan ibaret bir harabe halinde olmalı idi. Çünkü üst yapısına ait hiçbir unsur mevcut değildi. Her halde aslında kubbeli iken, kubbesi ile tonozları da ortadan kalkmıştı. 1877”de çizilen gravüründe binanın üstünde bir kubbe mevcut değildir. Pertevniyal Sultan tarafından restore edildikten sonra dışının sıvanıp badana edildiği ve pencere üstlerine nakışlar yapıldığı, adı geçen gravürde açıkça görülür. Camiin sağ tarafında da yine tuğladan kalın gövdeli kısa bir minare bulunuyordu.
Mescid 1943”de yıktırıldığında burada bulunan mezar taşları gibi, daha birçok parçalar ile birlikte Pertevniyal Sultan”ın adını veren 14 mısralık kitabe de bilinmeyen bir yere götürülmüştü. Burada arsada oldukça derine inen bir kazı yapılmış ve bu çukurda çok sayıda daha eski yapılara ait mermer sütun gövdeleriyle birlikte pek çok sayıda topraktan yapılmış kadehler bulunmuştur. Eski adı tespit edilemeyen bu kilisenin daha Bizans döneminde yerinde başka birtakım yapıların bulunduğu ve bu kalıntıların onların izleri ve hatıraları oldukları tahmin edilebilir.
Bu makale Büyükşehir Belediyesi Aylık Bülteni Sayı 152’den alınmıştır.