Çocukluk ve ilk gençlik yıllarım Rum, Ermeni ve Yahudi ekalliyetlerinin çokça bulundukları Balat ve Fener mahallelerinde geçti. Haliç kıyısındaki bu semtler yalnız gayrimüslim ekalliyetlerin değil, son yüz yılda Osmanlı”nın çözülmesinden sonra anayurtlarına göçen Kırım ve Romanya Tatarları Girit Türkleri, Arnavutlar gibi artık sınırlarımızın ötesinde kalmış bir coğrafyanın Müslümanlarının da yaşadıkları mekânlardı, Gayrimüslim ekalliyetlerin zengin sınıfları Galata,Beyoğlu, Harbiye, Kurtuluş taraflarıyla ve Büyükada gibi nispeten daha mamur ve yeni yerleşme mahallerinde otururlarken orta halli ve yoksul olanları da daha çok Boğaz”da Arnavutköy , Kuzguncuk; Marmara sahilinde Kumkapı, Cankurtaran, Kadırga; Haliç kıyısında da Hasköy , Balat ve Fener taraflarında bulunurlardı.
Babam ve annem de bu semtlerde doğup büyüdükleri, hatta büyükbabam Balat”ta Ferruh Kethuda Camii”nde imamlık, daha sonra kendi açtığı özel Rehber-i Tahsil iptidai mektebinde hocalık yaptığı için bölgenin insan yapısı hakkında, ailemiz içinde epey geçmişten gelen intibalarla büyüdüm. Rum ve Ermenilerin kendi okulları olduğu için benim okuduğum sınıflarda yalnız Yahudi çocuklarından arkadaşlarım oldu. İlk okuldayken ders çalışmak ve oynamak vesilesiyle onların bizim eve geldikleri, benim de onların evlerine gittiklerim çok olmuştur.Ama, ekalliyetlerden ailece görüştüğümüz doslarımız, komşularımız, ta annemin çocukluk yıllarından devam eden arkadaşları olduğunu biliyorum.
Bütün bunları şunun için söylüyorum: Bu insanların hemen hepsi son savaş badirelerini yaşamışlar ve çoğunun birbirlerine husumetleri olmuştu. Balkan, Birinci Dünya ve Milli Mücadele Savaşlarının üzerinden henüz yirmi-otuz yıl geçmişti. Polis olan babam bazen, mütareke ve işgal yıllarında Rumların şımarıklıklarını ve haince davranışlarını anlatırdı. Bütün bunlara rağmen benim hatırladığım 1935”ten sonraki yıllarda, bu insanların birbiriyle hiçbir problemi olmadığıdır. Sanki yapan yaptığı ile kalmış, şimdiki insanlar ise onlardan farklı ve masum telâkki ediliyordu. Çok iyi komşuluk ilişkileri içindeydik. Onlar bizim bayramlarımızı kutlar , biz onların dini günlerini tebrik ederdik. Zaman zaman tecessüsle kiliselerine de gittiğimiz olmuştur. Balat”ta meyhane işleten Rumların da kandillerde ve Ramazan”da kapattıklarını hatırlıyorum. Bunun bir baskı ile olmadığım açıklamak için dönemin Osmanlı değil, laik Cumhuriyet yılları olduğunu da hatırlatmalıyım.
1963 sonbaharında, çalıştığım üniversitenin verdiği imkanlarla iki yıl kalmak ve alanımla ilgili araştırmalar yapmak üzere Fransa”ya gittim. İlk defa yurt dışına çıktığım ve ailemle beraber gittiğim için karşımıza çıkacak bazı zorlukları aşmakta tereddüt ve endişelerim Olması tabii idi. O yıllarda vatandaşlarımız da henüz Avrupa ülkelerine yayılmadıkları için problemlerimizi kimlerle, nasıl çözeceğimizi bilmiyorduk. Bildiğim Fransızca da, pek çok Türk”ün olduğu gibi tamamen gramatikal ve kitabî idi. Yalnız o sırada Fransa”dan yeni dönmüş olan hocam rahmetli Nihat Çetin, “Marsilya”ya inince orada komisyonculuk ve ayak işleri yapan Sivaslı bir Jak Usta vardır, onu bulursanız size yardımcı olur” demişti.
Vapurla gittiğimiz Marsilya”ya bir akşam üzeri vardık. Vapurun merdivenlerinden daha ilk yolcular inmeden Fransız hamallar doluşmaya başladı. Aralarından biri yolculara doğru Türkçe seslenince ben rahatlayarak Jak Usta”yı sordum, ””Buyurun. ben oğluyum.”” dedi Valizlerimiz olduğunu, Paris”e gideceğimizi söyledim. Bir taraftan eşyalarımızı yükleniyor , bir taraftan da kendisini takip etmemizi söylüyordu. Hasılı,bizi bir kahveye oturttu, Henüz bebek olan oğlumuzun süt ihtiyacını, o yıllarda konsantre olarak alınıp ılık suyla karıştırılması gerektiği için, o ilk Yabancılığımızda garsona dert anlatmaktan bizi kurtararak yardımcımız oldu. Biraz sonra gelen babasıyla da tanıştık. Paris”e tren biletlerimizi aldılar. Bu hizmetleri için de, o sırada bize pek fazla gelmeyen bir ücret ödedik. Paris’te başka Ermenilerin ev bulmada vs. bize yardımcı olacaklarını da söyledi. Marsilya”da böyle eski bir vatandaşla karşılaşmış olmak bizi bayağı rahatlatmıştı.
Paris”te bir süre otelde kalmak zaruri oldu. Doğrusu bir Fransız evinde kiracı olmayı, böylece Fransızca’mız için pratik imkanı bulabileceğimizi hayal ediyorduk. Fakat gazete ilanları ve başka yollarla baş vurduğumuz hiçbir Fransız ev sahibi henüz bir buçuk yaşında, zaman zaman ağlayacak, koşuşacak bir çocuklu aileyi kabul etmek istemiyordu. Yaşama düzenimizi kuramadığımız için henüz doğru dürüst çalışmalara da başlayamadığımız ve ne yapacağımızı bilmez bir halde bir ayımızı dolduruyorken, bizden bir süre önce gelmiş bir arkadaşın aracılığı ile bir Ermeni madamın evine gittik. Bir süre konuştuktan sonra yine bir Türk aileden boşalmış bir odasına bizi kiracı olarak almayı kabul etti. Doğrusu dünyalar bizim olmuş gibiydi Madam Saadetyan veya baba adıyla Madam Kuyumcuyan altmış yaşlarında, kaldığı dairenin iki odasını Türklere kiraya vererek ve evinde triko işleri yaparak geçinen dul bir kadındı. Türkçesi İstanbul Ermenilerininki gibiydi. Kendisine ev bulmakta çektiğimiz sıkıntıları anlatınca “Ka yavrum, Fransızlar köpekliye ev verir, çocukluya vermezler” dedi. Madam Saadetyan’ı ve o yolla tanıdığım diğer Ermenileri anlatacağım.
Bunların hepsi elli yaşın çok üzerindeydi.Yani tehcir denilen ve herkesin bir şey uydurduğu olayı bizzat yaşayarak çeşitli yollarla, bazıları çocukken, bazıları genç yaşta buralara gelmişlerdi. Hiçbirinden Türkiye ve Türkler aleyhinde bir söz işitmedim. Samimi olmuştuk ve Fransa”da bulunduğumuz için de hiçbirinin çekinecek bir durumu olmadığı gibi sözlerini sakınacak insanlar da değildiler. Hepsi Osmanlı kültürüyle beslenmiş, mutfakları, musiki kültürleri, insanî ilişkileri hemen hemen bizimkiler gibiydi. Kendi aralarında bir çok defa Türkçe konuşurlar, Ermenice konuştukları zaman bile cümleler arasında bir yığın Türkçe deyimler ve atasözü kullanırlardı. Anadolu”nun değişik yerlerinden gelmiş oldukları için benim de bilmediğim bir çok atasözünü ilk defa onlardan işittim. Aşağı yukarı kırk yıldır Fransa’da yaşadıkları halde, çoğu doğru dürüst Fransızca öğrenmemiş, yaşama tarzlarında onlara uymamış, hasılı geldikleri gibi birer Osmanlı vatandaşı olarak kalmışlardı.
Pekiyi, bu Türk husumeti nereden çıkıyordu? Cevabını uzakta aramaya ve hiç şüphe etmeye gerek yok! Fransa”da doğan, Fransız okullarında okuyan, Fransız Kültürüyle beslenen, buna mukabil hayatında Türkiye’yi görmemiş, Türkler hakkında bütün bildikleri bir fitne programıyla kendilerine verilmiş olan oğullarından.
01 Nisan 2001 M.Orhan Oktay