Bu sorunun cevabını verebilmek için, Osmanlı Hukukunda harbin yani cihadın tarifini ve sebeplerini özetlemek gerekir. Hukukî yönünü ortaya koyduktan sonra, tarihî olaylarla meseleyi izah etmek daha kolay olacaktır.
Osmanlı Hukukunda gazâ, cihad ve kıtâl gibi kelimelerle ifade edilen harb, değişik şekillerde tarif edilmiştir. Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşmak ve bu uğurda elinden geleni yapmak şeklindeki tarif cihadın umumî tarifidir. Harbin karşılığı olan cihâd ise, İslâm’a davet ve bu daveti kabul etmeyenlerle savaş diye tanımlanmıştır. Bu manada harp, normal zamanlarda Müslüman toplumun dinî görevidir (farz-ı kifâye); düşman İslâm ülkesine hücum ettiği zamanlarda ise savaşa ehil her Müslümanın zaruri görevi haline (farz-ı ayn) gelir. Bu gibi durumlarda nefîr-i âmm (umumî seferberlik) dinî ve zarurî bir görevdir.
Harbin gayesi ile ilgili olarak şunlar söylenebilir: Bilindiği gibi Osmanlı devleti (umumî manâda), vatan ve ırk gibi maddî değerler üzerine değil, manevî değerler ve bütün insanlığın iki dünya mutluluğunu temin etme mefkûresi üzerine kurulmuş bir devlettir. Bu manâda Osmanlı Devleti’nin cihaddan gayesi, bütün insanları zorla Müslüman etmek değildir. Amaç, isteyenlerin İslâm’a girmelerini, istemeyenlerin ise İslâm’ın hâkimiyeti altında huzur ve refah içinde yaşamalarını temindir. Bu yüce gayeye ulaşmak için, son başvurulacak çare cihaddır. Hz. Peygamber’in şu hadisi bunu gayet güzel açıklamaktadır: “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşıp savaşmayı arzu etmeyin. Allah’tan afiyet ve huzur dileyin. Düşmanla karşılaşınca da, sabır ve sebât gösterin ve bilin ki, cennet, kılıçların gölgesi altındadır”. Kısaca cihadın gayesi, netice itibariyle sulhdur ve tevhid inancının düsturları ile insanlığı daimi bir barışa davettir.
Osmanlı Hukukunda meşru addedilen harplerin gerekçelerini şu haller teşkil eder:
1) İ’lây-ı kelimetullâh veya fî sebilillâh cihâd dedikleri, Allah’ın kelâmını ve dinini yüceltmek için Allah yolunda yapılan savaştır. Bunun içine, aşağıda belirtilen usule riayet etmek şartıyla, İslâm’ın bütün insanlara anlatılması ve davetin dünyadaki herkese yapılması gayesi girdiği gibi, İbn-i Kemal’in yerinde ifadesiyle, saf İslâm inancının sapık inançlardan ve mezheplerden korunması da girmektedir. Nitekim Yavuz’un İran’a karşı ilan ettiği savaş, son sebebe dayanmaktadır. Özellikle yükselme döneminde bazı harplerin, İslâm’ın davetini yaymak için yapıldığını ifade etmek gerekmektedir. İnsanları zorla Müslüman yapmak için savaş yapılmadığı ortadadır. Ölçü şu âyetlerdir: “Fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerler ise, bilin ki, düşmanlık ancak zâlimlere karşıdır”; “Dinde ikrâh ve icbar yoktur”. Osmanlı Padişahlarının fethettikleri toprakları, cizye ve harâç vermek şartıyla tekrar eski Hıristiyan idarecilere teslim etmesi, bu dediklerimizin en büyük delilidir. Bu konuda Halil İnalcık Hocamızın Balkanlardaki fetih politikası ile ilgili makalelerine bakılabilir.
2) Düşmanın İslâm toprağını istila etmesi veya tahammül edilemez bir şekilde hareket etmesi halinde, müdafaa harbi yapmak gerekir. Müdafaa, can, aile, din veya vatan için olabilir. Bunu kısaca nefsi müdafaa diye özetlemek mümkündür. Zaten cihada müsaade eden Kur’ân âyeti de buna dikkat çekmektedir: “Artık saldırıya uğrayan mü’minlere zulmedildiği için cihada izin verildi”. Buna en güzel misâl şu olaydır: II. Murad, tamamen sulha taraftar olarak, murahhaslarını barış antlaşmasını imzalamak üzere Segedin’e göndermiş idi. Kendisi oğlu Mehmed’i tahta oturtarak Manisa’ya çekilir çekilmez, Papa’nın tahrikiyle II. Murad’dan kendileri barış isteyen Macarlar ve Sırplar yeniden haçlı orduları teşkil ederek Osmanlı Devleti’ne hücum etmişlerdir. Bunu bilinen II. Kosova Meydan Muharebesi takip etmiştir. Kısaca Osmanlı Devleti’nin yaptığı harplerin önemli bir kısmı, müdafaa harbi niteliğindedir. Kanuni zamanında yapılan Belgrad ve Mohaç seferlerinin sebepleri ise, düşmanın yapılan andlaşmanın şartlarını tek taraflı olarak iptal yoluna gitmeleridir.
3) Gayr-i müslim bir ülkede azınlık halinde bulunan Müslümanların yardım istemeleri de meşrû bir harbin gerekçesini teşkil eder. Buna biz, İslâm’ın davetini emniyet altına almak ve bu davete icabet etmek isteyen güçsüz ve zayıf kimselere destek olmak da diyebiliriz. Kısaca insanî sebepler de demek mümkündür. Mesela Rodos’un fethi orada bulunan 5-6 bin kadar Müslümana zulüm yapılması ve hatta yerli ahaliye bile zulmedilmesidir. Gerçekten buradaki Müslümanları, Hıristiyan idareciler, adada esir tutmuşlar; gündüz boyunları bukağıda ve gece ise ayakları zincirde işkenceli bir hayata mecbur etmişlerdir. İbn-i Kemal, Mohaç Seferinin sebeplerinden biri olarak Macar Valilerinin ahaliye yaptıkları zulmü göstermektedir. Nitekim gayr-i müslim tarihçiler dahi, Bizans’ın zulmünden dolayı çok sayıda Hıristiyan re’âyânın Osmanlı askerinden yardım istediğini açıkça ifade etmektedirler.
4) Münafıkları, dinden dönenleri, İslâm’ın kesin emirlerini (zekât gibi) inkâr edenleri, isyancıları ve andlaşmayı bozanları cezalandırma gayesi de meşrû’ bir harbin gerekçeleridir. Osmanlı Devleti’nin Anadolu Beylikleri ve Celâlî isyanları ile ilgili bütün askerî hareketleri bu manada harbe girmektedir. Gerçekten Osmanlı tarihini inceleyenler, mesela Karamanoğullarının, Osmanlı orduları Bizans’ı veya bir başka gayr-i müslim devleti mağlup edeceği çok kritik zamanlarda, ordunun Avrupa’da bulunmasından yararlanarak, Bursa gibi Müslüman bir şehri defalarca yakıp yıktıklarını çok iyi hatırlayacaktır. Mesela Yıldırım Bâyezid, tam İstanbul’u muhasara altına almışken, Karamanoğlunun Osmanlı topraklarına girmesi üzerine muhasarayı terk ederek Anadolu’ya geçmek mecburiyetinde kalmıştır.
Osmanlı Hukukçuları düşman şahıslara göre harbi dörde ayırmışlardır:
A) Gayr i müslimlerle yapılan savaş.
B) Mürtedlerle yapılan savaş. İslâm Dinini terk edenlere mürted veya ehl-i ridde denilir. Bunlara karşı silaha müracaat etmeden önce, şüpheleri izale edilerek İslâm’a dönmeleri için gayret gösterilir. Bu işleme istitâbe denir. Vazgeçmezlerse savaş ilân edilir.
C) Bâğilere (isyancılara) karşı yapılan savaş. Mevcut bir nizâma isyân eden âsiler, sulh yolu ile itaat etmezlerse, savaş ilân edilir. Osmanlı hanedanı arasındaki savaşlar ile isyancıları bastırma hareketleri (Celâlî isyanları) bu gruba girmektedir.
D) Muhariplere yani milletlerarası haydut ve korsanlara karşı yapılan harpler. Yol kesme suçlarını işleyenlere karşı savaş ilân edilebileceğini Kur’ân açıklamaktadır.
Bizi burada asıl ilgilendiren birinci harp çeşididir. Diğerlerinin kendilerine mahsus bazı hükümleri vardır. Hususî hükümlerin dışında genel harp hükümleri tatbik edilir.
İslâm hukukunun ortaya çıktığı dönemlerde, insanî esaslarla bağdaşan bir harp kanunu ne Sâsanilerde, ne Romalılarda ve ne de başka bir millette mevcuttu. İnsanî esasları temel kabul eden İslâm orduları ve özellikle de Osmanlı orduları, meşrû olan harp kanunlarını çok ciddi bir şekilde uygulaya gelmişlerdir. Başkasının malına müdahale etmeme yasağını çiğneyen bazı Sırp asıllı askerleri hemen idam ettiren I. Murad Hüdâvendigâr’ın bu hali, yüzlerce misâllerden biridir.
Cihadın ilânı, İslâm hukukunun emrettiği muamelelerin ifası demektir. Bu muameleler şunlardır: Savaşa başlamadan önce gayr-i müslimler mutlaka İslâm’a davet edilmeli, aksi takdirde savaş yapılacağı ihtar edilmelidir. Ayrıca düşman gayr-i müslimler, eğer zimmî olabilecek grupdan iseler, İslâm’ı kabul etmemeleri halinde cizye vererek, İslâm devletinin hâkimiyeti altına girmeleri teklif edilir. Bu iki teklife müsbet cevap alınamadığı takdirde fiilen harp başlar. Nitekim Petervaradin’in fethinden evvel, Kur’ân ve Sünnetin emrine uyularak sulh içinde itaatleri istenmiş ve İbn-i Kemal’in kaydına göre isyan ve zulümde inad edince cihad ilan edilmiştir. Osmanlı tarihleri, her savaş öncesi, “Kötülüğü en güzel bir şekilde bertaraf ediniz” hadisi ve “Rabb’inin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et” âyetinin emirlerine uyulduğunu açıkça beyan etmektedirler. Bu dediğimiz hususu, Batılı tarihçiler de kabul etmektedirler. Mesela Alman Tarihçi Lies aynen şunu söylemektedir: “Rum ve Acem ülkeleri feth edilince, Müslüman ordular bu ülkelerin insanlarını, İslâm ile kılıç arasında değil, İslâm ile cizye arasında serbest bırakmışlardır. Bu husus methe layıktır”.
Kısaca Osmanlı Devleti’nin kuvvetle değil davetle yayıldığını ve diğer milletlerle olan savaşlarının, yukarıda zikredilen sebeplerle meydana geldiğini görüyoruz. Osmanlı Devleti’nin 400 atlı ile birden bire cihan devleti oluşunun izahı da sorumuzun cevabını teşkil etmektedir.[1]
[1] Kur’ân, Bakara, 190, 256; Gâşiye, 21-22; Hac, 39-40; Müslim, 1-Cihâd, 6; Molla Hüsrev, Dürer ve Gurer, İstanbul, 1317, I/282; Damad, Mecma ül-Enhür Şerhu Mültek”al-Ebhur I-II, İstanbul 1331, I/642, 688, 707; Mevkufatî, Muhammed, Mültekâ Tercümesi, (I. İbrahim’in sadrazamı Mustafa Paşa’nın tâlimatıyla bu tercüme yapılmıştır), İstanbul 1302, I/340 vd.; İbn-i Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osman, Süleymaniye Kütp. Ayasofya Bölümü, nr. 3318, vrk. 8/b, 9/b, 10/a, 11/b, 12/a, 14/b, 21/b-24/b; Kemal Paşa-zâde (İbn-i Kemal), Tevârîh-i Âl-i Osman X. Defter, (neşr. Şefaettin Severcan), Ankara 1996, sh. LV vd.; Turnagil, Ahmed Reşit, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, İstanbul 1972, sh. 153 vd.; Heyet, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. I, sh. 425-438; İnalcık, Halil, “Rumeli“, İA, c. IX; İnalcık, “Ottoman Methods of Conquest”, Studia Islamica, 1954, II, 103-129; Çetin, Osman, Anadolu’da İslâmiyetin Yayılışı, İstanbul 1990; Beldiceanu, Nicara, “Osmanlı İmparatorluğunda Şeneltme, Türkleştirme ve İslâmlaştırma”, Tarih ve Toplum, Ekim 1992, sayı 106; Eroğlu, Nazmi, “Türklerde Cihad ve Fütûhât Anlayışı”, Köprü, Sonbahar 1994, sayı 48, sh. 66-75.’